Empresyonist Resim Akımı'nın Yabancı Ressamları (kronolojik sırayla)
Pierre August Renoir (1841-1919)
Fransız ressam Renoir, orta halli bir ailenin çocuğuydu. Babası Leonard Renoir terziydi. Annesi Marguerite Merlet ise bir terzihanede çalışıyordu. Leonard Renoir, Pierre Auguste Renoir’in doğumundan üç yıl sonra tüm ailesiyle birlikte Limoges’den ayrılarak, Paris’te Bibliotheque’de bir eve yerleşti. Renoir yedi yaşına girdiği zaman 'Freres des Ecoles Chretiennes' adında rahiplerin yönettiği okula girdi. Burada okuma yazma ve aritmetik öğrendi. Oğullarının tutku ve yeteneğini fark eden ailesi, 1854 yılında Pierre Auguste’u okuldan alarak, Fosses du Temple caddesinde bulunan atölyelerinde porselen süslemeciliği ile uğraşan Levy Kardeşler’in yanına çırak olarak yerleştirdi. Auguste Renoir, bu usta sanatçıların atölyesinde porselen tabaklar boyayarak işe başladı. Kısa zamanda oldukça başarılı işler yapmaya başlayan Renoir, akşamları resim derslerini izlemek üzere Dekoratif Sanatlar ve Resim Okulu’na gidiyordu. Bu okulda yine kendisi gibi öğrenci olan Emile Laporte ile tanışarak yakın dostluk kurdu. 1858 ilkbaharında Levy Kardeşler’in atölyesi oldukça zor anlar yaşamaya başladı. O sıralarda gelişmekte olan mekanik basım, el işçiliğiyle rekabet halindeydi. Makine artık el işçiliğinin yerini almaktaydı. Bu durumda Renoir da işsiz kaldı. Çok geçmeden, yelpazeleri resimleyen bir atölyede iş buldu. Büyük bir ustalıkla 18. yüzyıla ait taklidi resimler yaptı. Renoir olanca hızıyla çalışıyordu ve oldukça iyi kazanıyordu. Auguste Renoir, düşünü gerçekleştirmeye yetecek kadar para biriktirmişti. Onun büyük düşü, resim sanatı ile uğraşmaktı. Yaşadığı yer tipik bir 18. yüzyıl felsefesinin oluşturduğu kültürel bir ortamı yansıtıyordu. Orta sınıfın yaşamın tadını çıkardığı bir dönem ahlâki yapısı Renoir’in tablolarında da göze çarpıyordu. Özellikle sanatçı gençlik yıllarında, bu ruh durumunun sevincini, mutluluğunu ve gevşekliğini yansıttı tablolarına. Renoir, sanat hayatının daha ilk yıllarında Mant’nin üslubunu beğenmiş; bunu, Courbet’nin plastik ifade tarzı ve Delacroix’nın renk dünyası ile birleştirmiştir. Ne var ki hiçbir sanatçıya ve üslûba körü körüne bağlanmamıştır. Yakın dostu Laporte’un önerisi üzerine Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmeye karar veren Renoir, giriş sınavlarını büyük bir başarı ile kazanarak, 1862’de “Emile Signol ve Akşam” adlı tablosuyla tanınan İsviçreli ressam Charles Gleyre’in atölyesine girmeye hak kazanmıştır. Atölyede sanatsal gelişimi açısından önemli rol oynayacak olan Frédéric Bazille, Alfred Sisley ve Cladue Monet ile tanışmıştır. Renoir 1863 yılında Salon’a “Peri ile Kır Tanrısı” adlı eserini sunmuş ancak resim reddedilmiştir. Ertesi yıl ise Victor Hugo’nun “Notre Dame de Paris” adlı eserinden esinlendiği “La Esmeralda” adlı yapıtı sergiye kabul edilir. Renoir, Gleyre’in atölyesinde geçerli olan sanat düşüncelerinin kendisinin ve arkadaşları Monet, Bazille, Sisley’e ne denli ters düştüğünü anlar. Bu nedenle bir süre sonra Güzel Sanatlar Akademisi’nden ayrılmak zorunda kalır. 1863 ilkbaharında atölyeden ayrılarak Fontainebleau Orman’nda “en plain air”, açık hava resimleri yapmak üzere geleceğin Empresyonistleri olan arkadaşlarının ardına takıldı. Renoir, burada açık renkler kullanmasını ve resmini daha aydınlık kılmasını öneren Virgile Narcisse Diaz ile tanışır. Renoir’in başka bir gün ise Gustave Courbet ile burada karşılaştığı bilinmektedir. Renoir’in bu dönem başlarında verdiği “Atölye ve Cenaze Töreni” gibi yapıtlarında Courbet etkisi sezilir.1870 Savaşı sonuna kadar birçok kez Fontainebleau Ormanı’na gitmiştir. Bu arada arkadaşı Jules de Coueur’ün Marlotte’daki malikânesinde konuk olmuştur. Sanatçı burada birçok eserinde kendisine modellik yapan Lise Trehot ile tanışmıştır. Sanatçı Lise’in parkta, ayakta, çimenler üzerine oturmuş halde ya da dikiş dikerken birçok resmini yapmıştır. Renoir, Lise’in bazı portrelerinde özellikle resmi sergiye yolladıklarında geleneksel bir etkinin altında kalarak, koyu bir renk düzeniyle cilalı bir görünüş yaratıyordu. Renklerini (siyah, koyu yeşil, soluk mavi), hazırlama zeminin şeffaf bir şekilde bırakan verniklerle geniş alanlara yayıyordu. 1867 yılına kadar aydınlık resimden ayrılmadı. Konusunu doğrudan beyaz tuval üzerine uygulamak için ziftli hazırlamalara karşı çıkıp hematitten yararlandı. İlk portrelerinde zemini, ışığı şekillerin yardımıyla birleştiren mavi renklerle boyuyordu. Pre-Empresyonizm ile klasik akım arasında kendine özgü bir bağıntı kurmuştu. Empresyonist dönemi boyunca (1872 – 1882) Renoir; Monet, Berthe Morisot, Sisley gibi bir bahçe içerisine yerleştirdiği gerek nü’ler gerekse portreler ve gruplarda ışık etkilerinin şiirsellikle canlandırılması üzerinde çalıştı. Tuval üzerinde renkleri karıştırmaya ve vernikle çalışmaya (özellikle “Loca” ya da “Balerin” gibi başyapıtlarında) devam etmekle birlikte; 1876’dan itibaren görsel karışıklığı da kullanmaktaydı. Renoir bu görsel karışıklığı; tuval üzerinde titreşim gücünü ayrı tutmakla beraber, izleyicinin birbirinden ayırt edemediği renkli virgülleri anımsatan aydınlık küçük fırça vuruşlarıyla yaratıyordu. Bu yöntemi sayesinde, büyük boyutlu tablolarında da ağaç yaprakları arasından sızarak modellerin giysilerinde ve yüzlerinde yaldızlı ya da beyaz lekeler oluşturan güneş ışığının etkilerini canlandırmayı başardı. 1875 yılında Renoir “Oltası ile Balıkçı” adlı tablosunu satın alan editör Georges Charpentier ile tanıştı. Editörün evine davet edilen Renoir, çok geçmeden Madam Charpentier’nin salonunun sık rastlanan kişisi haline geldi. Bir süre sonra Bay ve Bayan Charpentier sanatçıya birkaç portre ısmarladılar. Japon salonunda çocukları ve köpeğiyle Madam Charpentier’nin portresini yaptı. Bu oldukça önemli ve büyük bir tabloydu. Charpentier’nin nüfuzu ve birçok sosyal ilişki sayesinde Renoir’ın bu tablosu, 1879 Resmi Sergisi’nde en iyi durumda, yerden 120 cm yüksekliğe asılı olarak sergilendi. Halkın tüm beğeni ve hayranlığını bu yapıt çekmişti. Yorumcular Renoir’dan övgüyle bahsediyorlardı. Sanatçı hareket ve incelik dolu büyük bir fırça, güncel olayı tamamlayan tüm nesneleri yakalamıştır. Odadaki tüm eşya, fırçanın hızlı darbeleri altında canlı bir halde sıralanmıştır. 1878’de yeniden Salon’a başvurduktan sonra kendini İzlenimciler’den uzaklaştırmaya başladı. Paris’te yorgun düşen ve görüşünü yenilemek isteyen Renoir, 1881 Şubat’ında arkadaşı ressam Cordey ile birlikte Cezayir’e gitmeye kara verdi. Sanatçı bir ay süren bu yolculuğunda (ve ertesi yıl yaptığı yolculuğunda) pek çok yerli kadın portresi ve birçok peyzaj yaptı. Bu dönemde verdiği en başarılı peyzajlar arasında “Muz Bahçesi”, “Yerli Kadınlar” ve özellikle “Casbah’daki Arap” türü çalışmaları gösterilebilir. Paris’e dönen Renoir, 1881 Ekimi’nin sonunda İtalya’ya gitti. Venedik’te San Marco Bazilikası’nı ve Büyük Kanal’da gondolcuları çizdi. Renoir esinlendirici bulduğu İtalya seyahatinden sonra yeni arayışlar içine girdi. Özellikle Sienalı Cennino Cennini’nin 1437 yılında yazdığı ve 1858 yılında Fransızcaya çevrilen, ilk İtalyan resim tekniği kitabı olan “Ustanın Elkitabı”, onun için şiirsel ve stilistik anlamda belirleyici bir esin kaynağı oldu.
Eugène Henri Paul Gauguin (1848-1903)
Uğruna başarılı borsa mesleğini ve ailesini terk ettiği empresyonist sanatın keşfi, Paul Gauguin’de içine işleyen bir etkiye sahipti. Ünlü açlık çeken sanatçı olarak yaşayan Gauguin ilkel konular, sade şekiller ve parlak renk yüzeyleri arasından doğa ile sembolize edilen postempresyonist bir modern sanat biçimi olan “Synthetism” diye bir sözcük türetti. Gauguin’in çalışmaları, medeniyetten kaçış hissi vermektedir. Tahiti’deyken düz yüzeyli şekiller, titrek renkler ve ilkel sanatın yabani doğasını keşfetti. “Synthetism”, Paul Gauguin, Émile Bernard ve Louis Anquetin gibi postempresyonist sanatçıların çalışmalarını empresyonizmden ayırt etmek için kullandıkları bir terimdir. “Synthetism”, önceleri “Cloissonism” terimine sonraları da “Symbolism”e bağlanmıştır. “Yeni bir şekil vermek için birleştirmek veya sentezlemek” anlamına gelen Fransızca bir kelime olan “synthétiser”dan gelmektedir. Paul Gauguin’in 1890 yılında tuval üzerine yağlıboya yaptığı resim, kimileri tarafından “Güller ve Heykelcik” olarak, kimileri tarafından da “Maori Heykelcikli Natürmort” olarak adlandırılmaktadır. Maoriler, Fiji ve Polinezya kökenli olup günümüzde Avustralya ve Yeni Zelanda’da yaşayan yerlilerdir. Aslında bu resim bir kadın heykelciği yanındaki şişede bulunan bir demet çiçekten ibarettir. Hiç kuşku yok ki sanatçının kendisi tarafından yapılmış olan bu heykelcik, Martinique’li bir kadını temsil eder. Eugène Henri Paul Gauguin, 7 Haziran 1848, Paris’te doğan, Post-Empresyonist bir ressamdır. 1851’de ailesiyle birlikte Peru’ya yerleşir. Babası yolculukları esnasında ölür, Lima, Peru’da annesi ve kız kardeşi ve amcasının ailesiyle birlikte 4 yıl yaşayan Paul ve ailesi 1855’te Paris’e döner. 17 yaşında pilot asistanlığı yapan Paul sonrasında bir süre donanmada çalışır. 1871’de Gauguin, Paris’e dönerek borsacılık yapmaya başlar. 1873’te Mette Sophie Gad adlı Danimarkalı bir bayanla evlenen Gauguin’in sonraları 5 çocuğu olur. Gauguin çocukluğundan itibaren sanata meraklıdır. Boş zamanlarında resim yapar. Gauguin, Camille Pissarro ile arkadaşlık kurar. Sanatında ilerlemeye başlayınca bir stüdyo kiralar, 1881-1882 yılları arasında düzenlenen Empresyonist sergilerde eserleri sergilenir. Bir süre yazları Pissarro ve Paul Cézanne ile resim yapar. 1884’e geldiğimizde Gauguin ailesi ile Kopenhag’a taşınır. Burada iş alanındaki yaşadığı başarısızlıklar onu tüm zamanında resim yapmaya yöneltir ve ailesini burada bırakarak büyük oğlu ile birlikte Paris’e geri döner. Bu dönemde Vincent Van Gogh, Gauguin’i Arles’e çağırır ve burada 9 haftayı resim yaparak birlikte geçirirler. Ancak sonrasında yalnız kalmanın etkisiyle depresyona girer ve intihara kalkışır. Empresyonizm Gauguin’e istediklerini veremez olmuştur bundan dolayı Afrika ve Asya sanatı kendisine daha mistik ve çekici gelir özellikle de Japon kültürü. Folklorik sanat ve Japon sanatının etkisi altına girer. 1891 yılında Gauguin mali açıdan kötü durumdadır. Üstelik bir ressam olarak çok da tanınmamaktadır. ‘Taze balık ve meyve’ için tropik bir adada yaşamak amacıyla bir kaç teşebbüsü olmuş, bu da oldukça primitif bir tarzda resim yapmasına sebep olmuştur. Kısa bir süre Panama Kanalı, Tahiti’de yaşamıştır ve Tahiti’de yaşarken ‘Fatata te Miti (By the Sea)’, ‘la Orana Maria’ (Ave Maria) adlı tablolarını yapmıştır. Ayrıca; Gauguin'in, Tahiti’de geçirdiği günlerini, Tahitililerin yaşam şekli ve inançlarını anlattığı, “Noa Noa: The Tahiti Journal Of Paul Gauguin” adlı bir kitabı vardır. 1897’de Punaauia’ya taşınarak burada da en önemli eseri olan ‘Where Do We Come From’ adlı tablosunu yapar. Hayatının geri kalanını Markiz Adaları'nda geçirmiştir. Bu dönemde “Avant et Aprés” (Before and After) adlı anıları, sanat eserleri hakkında yorumlarından oluşan bir kitap yazmıştır. 1903 yılında kilise ve Hükümetle ile yaşadığı bir problem sebebiyle 3 ay hapse mahkûm olmuş, ancak hapse giremeden hastalanarak 54 yaşında ölmüştür. Paul Gauguin’in çalışmalarına olan rağbet ölümünün hemen ardından sonra olur. Çalışmalarının birçoğu Rus koleksiyoncu Sergei Shchukin tarafından toplanır. Koleksiyonun bir kısmı Pushkin Müzesi’nde sergilenmektedir. Gauguin’in eserleri nadiren satılığa çıkarılmakta ve fiyatları 39,2 milyon dolara kadar ulaşmaktadır. Gauguin diğer birçok ressamı özellikle de Arthur Frank Mathews’u etkilemiştir. Tahiti’de bulunan Japon tarzındaki Gauguin Müzesi bazı fotoğrafları, belgeleri ve bazı tablolarını içermektedir.
Vincent van Gogh (1853-1890)
Hollandalı postempresyonist dâhi Vincent Van Gogh’un “Ayçiçekleri” serisi, birçok sanat hareketini güçlü bir şekilde etkilemiştir. Tüm çalışmalarını on yıl içinde üreten Van Gogh, toplam 150 resim ve çizimini tam bir yıl içinde yapmıştır. Gecenin ışık ve gölgelerini ustalıkla yakalayarak özel bir yetenekle dış mekânları resmetmiştir. Hayatı boyunca akıl hastalığı nedeniyle acı çekmiş, buna rağmen başyapıtlarının çoğunu akıl hastanesindeyken yapmıştır. Hayatında sadece bir tane resim satan Van Gogh, son yüzyılın en etkili sanatçılarından biri olarak var olmuştur. “Ayçiçekleri”, Hollandalı ressam Vincent van Gogh’un iki dizi natürmort resminin konusudur. Bir yıl sonra Arles’te ikinci dizi, bir vazo içinde ayçiçeği buketlerini gösterirken 1887’de Paris’te yapılan ilk diziler, çiçekleri yerde uzanırken vermektedir. Sanatçının zihnindeki her iki dizi, Paris versiyonlarından ikisine sahip olan dostu Paul Gauguin adıyla ilişkilendirildi. Yaklaşık sekiz ay sonra Van Gogh, “Ayçiçekleri” ile Gauguin’ı yeniden etkilemeyi ve karşılamayı umdu ve resmi yapılmış olan “Décoration”un şimdiki parçasını Gauguin’in Arles’te kalacağını sandığı Yellow House’un misafir odası için hazırladı. 1889’da Van Gogh’un beklediği gibi “Ayçiçekleri”, sonunda onun oldu ve sanatsal dallar ve yakın arkadaşı olarak bugüne kadar hizmet etti. 1901’den bugüne kadar onların dâhil edilmediği Van Gogh sergisi olmadı ve sükseli açık artırmalarda ödenen kayıt fiyatı bir tarafa bir taklit bolluğu oluşturdu. Belki de Van Gogh’un “Ayçiçekleri”, çiçeğe önem verdiği düşünülen Gauguin’den daha fazladır. Van Gogh, 1888’in yaz sonunda resme başladı ve ileriki yıllarda devam etti. Birisi, arkadaşı Paul Gauguin’in yatak odasını dekore etmeye evine gitmişti. Duvardaki resimlerin, çiçek açma evresinden solmaya kadar tüm hayat aşamalarında ayçiçeklerini gösterdiğini gördü. Muhtemel yeni renkleri oluşturan yeni bulunmuş pigmentler sebebiyle sarı ışık tayfı kullanımına açıktılar. Van Gogh, ağabeyi Theo’ya yazdığı bir mektupta: “Özelliği değiştirmekten ziyade bu bir resim çeşidi ve ona baktığında bir zenginlik veriyor. Ayrıca biliyorsun ki Gauguin onlardan çok hoşlanmakta. Bana onun bir çiçek olduğunu söyledi. Biliyorsun ki şakayık Jeannin’in, hatmi ise Ouost’un ama ayçiçekleri kısmen de olsa benim”.“Zakkumlu Vazo ve Kitaplar” Hollandalı sanatçı Vincent van Gogh tarafından 1888 yılında Arles’te yapılmıştır. Vincent zakkumları severdi, bu güzel resimde bu çiçeklere olan sevgisini göstermiştir. Van Gogh, öyle natürmort resim çok yapmadı. Tuval üstüne yağlıboya olan bu resim Vincent tarafından harika bir ayrıntıyla yapılmıştır. Zakkumlar, basit bir ahşap masa üzerindeki alımlı bir vazo içindeler. İki kitap da masanın köşesindeler. Zakkumlar, onlara parlaklık veren müstesna yeşil bir arka plan önünde durmaktalar. Meslek hayatı boyunca Vincent van Gogh, çiçekli vazoları tasvir eden düzinelerce resim yapmıştır. Sanatçının ünlü ayçiçeği resimleri gibi aynı haftalar içinde yapılmıştır. Diğer çiçek ve vazo çalışmalarından farklı bu kompozisyonda kitaplar vardır. Herhalde portreler dışında bir kitabı tasvir eden son resmi olmalı. Van Gogh, konusunu Zola’nın “La Joie de Vivre” (Hayatın Zevki)’ni seçerek kitaplar motifini başladığı gibi uygun bir biçimde tamamlamıştır. “Still Life with Bible” resmindeki Zola’nın kitap figürleri ve onun buradaki sunumu açık bir şekilde sanatçı olarak Van Gogh’a meslek hayatında önemli bir etki bıraktığını göstermektedir. Mümkündür ki sanatçı, üç yıl sonra bu çalışmayı resmettiğinde “Still Life with Bible”ı düşünmüştü. Bunu akılda tutarak gözlemci, Zola kitabının devamlılığını değerlendirebilir ve özünde bu iki resmi “kitap desteği” şeklinde düşünür.1890 yılında yaptığı “Ağaçların altında iki figür” ya da “Ormanda yürüyen çift” isimli resminde Vincent van Gogh, en beğendiği motiflerden birini canlandırmıştır: iki âşık doğal bir ortamda dolaşmaktalar. Romantik bir resim yerine Vincent daima bir arkadaşlık amblemi olan bir çift gözüyle baktı; âşıkların birbirlerini tamamladığına inanmıştı. Ama “Ağaçların altında iki figür” dekoru (görünüş olarak belirgin olmayan yola sahip) bir teselli bakış açısı fikrini çürüttü. Figürler, sıra sıra dizilmiş ağaç gövdeleri arasında hapsolmuş görünmekteler. Bu şaşırtıcı resim (modernizm zamanından gelen çok harika ve en az dikkat çeken şaheserlerden biri) doğanın sayısız gücü olduğu kadar boya çizgisi ve renginin ayrı hayatlarında şu an başka bir tecrübedir. “Ağaçların altında iki figür”deki gibi hemen hemen içinde kaybolmuş olanlar, bitkin manzara geleneklerini inkâr etmeye dokundurmadırlar.Fransa Arles’te hava Mart ayında ılımana döndüğünde Vincent van Gogh, değişen manzaradan zevk alırdı. Erik, kayısı, armut, elma ve kiraz gibi tüm meyve ağaçları Mart sonundan önce ya filizlenirler veya çiçek açarlardı. Van Gogh, güzeli yakalamak için titrek fırça darbeleriyle hızlı ve kısa süreli çalışırdı. 1888’de Paris’ten ayrıldı ve Arles’e gitti. Önce bir lokantada oda kiraladı. Küçük çatı katı, bir stüdyo için tam uygun değildi, onun için dışarıda çalıştı. Manken olarak karşısına oturabilecek bir kimse tanımıyordu, o nedenle ağaçlı, tepeli, köprülü, barakalı Arles çevresindeki bölgenin manzaraları ana teması oldu. “Tepelerin zirvesinden kuşbakışı görünen sonsuz düz bir manzara, şarap bağları, hasat yapılmış mısır tarlaları… Tüm bunlar, Grau tepeleriyle sınırlanmış ufka deniz yüzeyi gibi yayılıyor ve sonsuzluğu çoğaltıyor” diye yazmakta Van Gogh, çevresindekiler için. Japon manzaralarından anımsadığı pek çok çiçek açan ağacı resimlemiştir. 1888’de Hollandalı ressam olan kuzeni Anton Rudolf Mauve’in ölüm haberini aldığında onun anısına bir resmi, “Çiçek Açan Şeftali Ağacı”nı adamıştır. Hollandalı postempresyonist ressam Vincent van Gogh’un bu resmi, sanatçının hastane odası penceresinden dışarı manzarasını tasvir etmektedir. Sık sık benzerleri yapılan resim, onun şaheseri olarak anılmaktadır. Arles’te kalırken Eylül 1888’de herkesçe “Starry Night over the Rhône” olarak bilinen bir resim yaptı. Resmin orta kısmı, türbülanslı bir gökyüzü altında hastaneden kuzeye doğru bir manzara içinde Saint-Rémy köyünü göstermektedir. Manzaraya göre sağda uzakta Alpiller var ancak hastanenin güney çevresindekilerin bir bölümünden anlaşıldığına göre orta tepelerle manzaranın az da olsa bir uyumu bulunmaktadır. Kompozisyona soldaki selvi ağacı eklenmiştir. Van Gogh, Arles’teki yaşamı süresince resme kuzeyden güneye Büyükayı’yı eklemişti.
Henri de Toulouse – Lautrec (1864-1901)
Aristokrat bir aileden gelen Henri de Tolouse-Lautrec’in resim konusundaki büyük yeteneği henüz çocuk yaşlarda, çizdiği karikatürlerle belli oldu. Henüz 10 yaşındayken desen çalışmalarına başlamıştı. Akraba evliliğinden kaynaklanan bir nedenle, ne olduğu saptanamayan genetik bir hastalığın yarattığı kırılgan kemikler yüzünden, 1878 ve 1879 yıllarında acı veren bir tedaviyle boy uzatma çabaları sonucu; her iki bacak kemiklerinin kırılmasıyla hem kısa boylu hem de sakat kaldı. Sakat kalmasıyla; annesi ondaki resim yeteneğini keşfetti. Yatağa bağlı kaldığı yıllarda sanatına daha çok zaman ayırmaya başladı ve aristokrat ailesinin yakın dostları olan René Princeteau’nın atölyesinde aldığı derslerden sonra, Bonnat ve Cormon atölyelerinde çalışmaya başladı. Babasından göremediği desteği annesinden alan Lautrec, klasik anlayıştaki resmi değil, “poster” temeline dayanan ressamlığa yöneldi. Seçimi onu başarıdan başarıya götürdü, ünü bütün Paris’e yayılan Lautrec’in posterleri duvarlardan kapışıldı. Henüz 17 yaşındayken denemelerinin sayısı 2400’ü bulmuştu. Emile Bernard, Van Gogh gibi ressamlarla tanıştı, empresyonist akıma kapıldı. 1894–1897 yılları arasında Avrupa’yı dolaştı, birçok sergi açtı. Ancak gerçek ününe, Moulin Rouge müzikholünü anlatan resimler yaparak kavuştu. Montmartre’da bir atölye kiralayarak kendini gece yaşamına, kabarelere, dans klüplerine verdi. Her gece buralara giderek (özellikle Moulin Rouge’a) resimler yapmaya başladı. 1884 yılında kabare sahibi ve şarkıcı Bruant, Toulouse Lautrec’ten şarkıları için illustrasyonlar yapmasını istedi ve işlerinin kabare salonunda sergilemesini de izin verdi. “Moulin Rouge la Goulue” afişiyle büyük ün kazandı. Bunun dışında birçok gösteri afişi yaptı, taş baskıya ağırlık verdi ama işleri yolunda gitmemeye başladı. Babasıyla olan geçimsizliği ve engelli halinin verdiği bunalımlarla alkole sığınan sanatçı, genelev çalışanlarını çizmeye, giderek, geneleve yerleşip orada yaşamaya başladı. Sakatlık ve frengi yüzünden sağlığı gitgide bozulmaya başlamıştı. Bunun yanına alkol de eklenince bir skandal yaşamamak isteyen annesi onu Neuilly sur Seine’de bir sanatoryuma yatırdı. Ancak hastaneden çıktıktan sonra tekrar içkiye başlayan Lautrec ertesi yıl Malrome Şatosu’nda öldü. Henri de Toulouse-Lautrec’in, henüz ölmeden Louvre Müzesi’nde yer almaya hak kazanan ilk ve tek sanatçı olduğu iddia edilir. “Güzelim dünyadan nefret eden bu soylu kişi; en güzel, en değerli çiçeklerin dahi terk edilmiş topraklar üzerinde ve çöpler arasında yetiştiğine inanıyordu. Bütün insanları seviyordu ama; derinlemesine yaralanmışları daha çok seviyordu. Kötü eğilimler arasında onun nefret ettiği şeyler; sinsilik, ikiyüzlülük ve yapmacık davranışlardı. Sadeydi, gerçeği yansıtıyordu. Çirkinliğine karşın benzersizdi” demişti onun için Federico Fellini. Döneminin farklı, ilginç kişiliklerinden biri ve tarzı, yaklaşımı, ele aldığı konularla da kendine has bir üslûp yaratan sanat tarihinin en önemli ressamlarından ve illüstratörlerinden biriydi.
Henri Matisse (1869-1954)
20. yüzyılın en önemli ressamlarındandır. Renkleri büyük bir ustalıkla kullanışıyla Picasso ve Kandinsky ile birlikte, modern sanatın en büyük sanatçılarından biri kabul edilir. Matisse 1869 yılının son gününde kuzey Fransa’da dünyaya geldi. 1887 - 1888’de Paris’te hukuk eğitimi alan Matisse, ertesi yıl Saint Quentin’de bir avukatın yanında asistanlık yapmaya başladı. Aynı zamanda, sabah erken saatlerde École Quentin de la Tour’da çizim kurslarına devam etti. Ancak 1890 yılında geçirdiği apandisit ameliyatının ardından büyük ölçüde yatakta geçen bir dönem yaşadı ve bu sırada resim uğraşı giderek bir tutku haline dönüştü. Böylece, 1891 yılında hukuk alanındaki kariyerine son vererek tamamıyla resme yöneldi ve Paris’e giderek Academie Julian’da William Bourgereau’nun sınıfına kaydoldu. Aynı zamanda kısa bir süre sonra, École des Arts Décoratifs’e yazıldı, 1895 yılında sınavı kazanarak resmen Moureau’nun öğrencisi oldu. Matisse bu dönemde, kendisi gibi ressam olan komşusu Emile Wery ile birlikte Fransa’nın Brötanya bölgesini ziyaret etti. Daha önce Gauguin gibi öncü sanatçılara esin kaynağı olan Brötanya’dan dönüşünde Matisse, saf prizmatik renklere ilgi duymaya başladı. 1897 yılında, Musée du Luxembourg’da izlenimcileri keşfetmesi de onun sanat hayatı açısından önemli bir dönüm noktası oldu. 1898 yılında, kendisine dört yıl önce bir kız çocuğu vermiş olan Amelie Parayre ile evlenen Matisse, Camile Pissarro’nun tavsiyesi üzerine balayında Turner’ın resimlerini görmek üzere Londra’ya gitti. Paris’e döndükten sonra ilkbahar ve yaz aylarını geçirmek üzere Korsika’ya geçti ve burada Akdeniz ışığı, renklerine yeni bir parlaklık kazandırdı. 1900 - 1904 yılları arasındaki dönemde, Cézanne’ın Mattisse üzerinde kesin bir etkisi vardır. Matisse, bu sırada sergilere de katılmaktaydı; 1903’de Salon d’Automne’a (Sonbahar Salonu) resim verdikten sonra 1904 yılında Vollard’ın galerisinde ilk kişisel sergisini gerçekleştirdi. Cézanne, Van Gogh, Picasso ve modern sanatın öncüsü sayılan daha birçok sanatçıya henüz tanınmadan sahip çıkan Vollard’ın galerisinde sergi açmak, en azından kısıtlı fakat öncü bir sanat ortamının ilgisini uyandırmış olmalıdır. Matisse 1905 yılı yazını Derain ve bir süre Vlamick’le birlikte Akdeniz kıyısında bir balıkçı kasabası olan Collioure’da geçirdi. Akdeniz, hayatı boyunca Matisse için sanatına güç veren bir çekim merkezi oldu. Derain, Vlaminck ve Marquet ile birlikte, 1905 Paris Sonbahar Salonu sergisine katıldı. Bu sanatçı grubunun birbirine paralellik gösteren çalışmaları, şiddetli bir halk tepkisinin oluşmasına neden oldu ve eleştirmen Louis Vauxcelles bir yazısında onları pervasız renk seçimleri nedeniyle “Fauves” (Vahşiler) olarak niteledi. Bu tanımı kabul ederek kendilerine “Fovist” diyen sanatçılar, resimlerinde rengi temel unsur olarak kullanıyor ve saf rengin ifade gücünden yararlanmayı amaçlıyordu. Eleştirilerin hedefinde Matisse ve özellikle de onun “Şapkalı Kadın” adlı resmi yer aldı. Halkın ve tutucu sanat çevrelerinin tepkisini çeken bu resim, dönemin avangart sanatına ilgi duyan Stein’lar (Michael) tarafından satın alındı. Matisse’in en sabırlı modeli olan karısı Bayan Matisse, onun bir diğer erken dönem başyapıtına da konu oldu. 1905 yılında tamamlanan “Bayan Matisse:Yeşil Çizgi” saf, yalın renkli düzlemlerle kurgulanmış kompozisyonuyla, sanatçının üslûp eğilimini ortaya koymaktadır. Bu resimden kısa bir süre sonra “Yaşama Sevinci” adlı büyük boyutlu yağlıboya çalışmayı gerçekleştirdi. Bu resimde, belirgin kontürlerle sınırlanmış nesne ve figürler, saf renklerle tanımlanmıştır. Matisse’in sanatının ana izleri, resimleri aracılığıyla yaşama sevincini yansıtmaktır ve bu doğrultuda renk, ışık ve resmin konusundan yararlanmayı amaçlar. “Yaşama Sevinci”, 1906 yılında Salon des Indépentants’da sergilendi ve yine tepkileri üzerine çekti. Paul Signac bile onun yanlış yönde ilerlediği görüşündedir. Buna karşılık Leo Stein, resmi modern zamanların başyapıtı olarak nitelendirerek satın aldı. 1906 yılında Matisse tekrar Akdeniz’in çağrısına cevap verdi ve Cezayir’e giderek Biskra Vahası’nı ziyaret etti. Buradan resimlerinde faydalanacağı çiniler, kıyafetler ve diğer yöresel nesnelerle döndü. İslam ve Doğu sanatı onun üzerinde belirgin bir etkiye sahip oldu. Matisse sadece çinilere değil, doğu halılarına da ilgi duymuştur. Doğu halılarındaki dekoratif unsurlar, saf renkler, soyut biçimler ve düzeyler önem taşımaktaydı. Matisse’in resimlerindeki iki boyutluluk ve dekoratif unsurların artan önemi Gauguin’in 19. yüzyıl sonunda ortaya koyduğu tavrın bir devamı niteliğindeydi. 1908 yılında yaptığı “Kırmızıdaki Uyum” onun Doğu sanatına ve dekoratif unsurlara verdiği önemin bir sonucudur. Resimde masa örtüsü ve duvarın kırmızı renkte olması ve mavi kıvrımlı motiflerin hem masada hem de duvar yüzeyinde tekrar etmesi, resim yüzeyinin iki boyutluluğunu vurgular. Sanatçı 1907-1909 yılları arasında ders verdiği bir resim okulu da açtı fakat daha sonra sanat çalışmalarına yoğunlaşabilmek amacıyla bunu kapattı. 1909 yılında, Moskovalı bir iş adamı olan ve Matisse’in resimlerini toplayan Shchukin ona resim sipariş etmiştir. Matisse’in Rus koleksiyoner için yaptığı “Dans” ve “Müzik” adlı büyük boyutlu çalışmalar; saf renk kullanımı, belirgin dış çizgilerle sınırlanmış figürleri ve yaşama sevincini yansıtan temalarıyla Matisse’in başyapıtları arasında yer aldılar. “Dans”ta elele tutuşmuş daire şeklinde dans eden figür grubu ilginç bir şekilde Ambroggio Lorenzetti’nin Siena’da Palazzo Pubblico’nun duvarlarında yer alan iyi yönetim freskindeki dans eden figürleri anımsatır. Matisse, 1907 yılında bu şehri ziyaret ettiğinde Lorenzetti’nin büyük boyutlu freskini görmüş ve dans eden figürleri dikkatle incelemiş olmalıdır. Müzik ise her biri izleyiciye dönük düz mavi-yeşil bir fon üzerindeki beş adet kırmızı figürden oluşmuş oldukça sade bir kompozisyondur. Figürlerin dizilişleri belirgin bir biçimde notaların dizilişlerini andırır. Her iki resim de 1910’da Sonbahar Salonu’nda sergilendi. 1908 yılında Berlin’e giderek burada Alman dışavurumcuların çalışmalarını görme olanağını bulan Matisse, 1910 yılında bu kez Marquet ile birlikte Münih’i ziyaret etti ve İslam Sergisi’ni gezdi. Sergide özellikle halılardan etkilendi. 1911 tarihli “Ressamın Ailesi”, bu etkilenmenin boyutlarını açık bir şekilde ortaya koyar. Resimde sanatçının karısı, kızı ve iki oğlu; kanepelerin, duvar kâğıdının ve hepsinden önemlisi yerdeki halının dekoratif kalabalığı içerisinde adeta kaybolmaktadır. Aynı yıl yaptığı “Kırmızı Stüdyo” ise, tek bir kırmızının iki boyuta indirgediği bir mekâna yerleştirilmiş ve sadece kontürleriyle tanımlanmış nesnelerden oluşmaktadır. 1911 ve 1912 kış aylarını Fas’da geçiren Matisse, bu coğrafyanın ve iklimin etkisiyle daha canlı ve ışıklı renkler kullanmaya başladı. Ancak 1914 yılında I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi sanatında yepyeni bir evreyi gündeme getirdi. Resimlerinde biçimler giderek soyutlaşırken renkler koyulaşmaya ve siyah gölgeler artmaya başladı. 1914 tarihli “Notre-Dame Görünümü” ve “Collioure’da Fransız Penceresi” bu dönemin başyapıtları olarak gösterilir. Matisse, savaşın ardından zamanının büyük bölümünü Nice şehrinde geçirmeye başladı. 1918/19 tarihli “Keman Kutulu İç Mekân” onun yeniden canlanan renk ve ışık ilgisini yansıtır. Bu dönemde ayrıca, dekoratif yönü ağır basan bir dizi “Odalık” resmi gerçekleştirmiştir. 1930’lu yıllar ile birlikte resimlerinde biçimler iyice yalınlaşmaya ve dekoratif unsurlar önem kazanmaya başladı. 1931-33 yıllarında gerçekleştirdiği ve üç parçadan oluşan büyük “Dans frizi” bunun en somut örneğidir. “Dans”la birlikte 1935 tarihli “Pembe Nü” ve 1939 tarihli “Müzik” onun yinelenen temalarının farklı ele alınışlarıdır. 1940’lı yıllar II. Dünya Savaşı’na ve onu giderek yatağa bağımlı hale getiren hastalığına rağmen yoğun bir şekilde üretmeye devam ettiği bir dönem oldu. “Jazz” adlı kitap için 1947 yılında gerçekleştirdiği, kesilmiş kâğıt üzerine guaj tekniğindeki çalışmalar Matisse’in yerleşmiş sanat anlayışının farklı bir sunumunu oluşturur. “İkarus” bu çalışmalardan belki de en tanınmış olanıdır. İlerlemiş yaşlarında gerçekleştirdiği çalışmalarından biri de 1943 yılından beri yaşamakta olduğu Vence’deki Rosarie Şapeli için yaptığı tasarımlardır. Kesilmiş renkli kâğıtlarla hazırladığı taslaklar şapelin vitrayları olarak uygulanmıştır. Ayrıca beyaz seramik yüzeyler üzerine siyah çizgilerle gerçekleştirdiği büyük ölçekler “Meryem ve Çocuk İsa”, “Aziz Dominik” ve “Kutsal haç”la ilgili desenler yer alır. Matisse hayatının son dönemlerinde kesilmiş renkli kâğıtlarla gerçekleştirdiği çalışmalara yoğunlaştı. İlerleyen yaşı ve onu neredeyse yatağa bağlayan hastalıklar eserlerini bu farklı teknikte uygulamasına neden olmuş olabilir. 1952 tarihli “Mavi Nü” bu eserlerden en tanınmış olanıdır.
August Macke (1887-1914)
Alman ressam. Doğanın olduğu gibi temsili yerine duyguların ve iç dünyanın ön plana çıkarıldığı dışavurumculuk (ekspresyonizm) akımının önde gelen temsilcileri arasında kabul edilir. Macke uyumlu ve rahat bir yaşam yansıtan resimlerini, stilize biçimlerden ve parlak renk alanlarından oluşturuyordu. Yeğlediği motifler arasında bahçeler, hayvanat bahçeleri ve gezinti sahneleri bulunuyordu. Meschede/Sauerland’da bir mühendis/inşaat müteahhidinin oğlu olarak dünyaya gelen Macke, Köln ve Bonn’da yetişti. Annesiyle babasının arzusuna karşı gelerek liseyi bitirmeden terk etti ve 1904’te Düsseldorf Güzel Sanatlar Akademisi’ne yazıldı. Aynı yıl içinde İsviçreli ressam Arnold Böcklin’in etkilerini yansıtan ilk skeç defterini tamamladı. Macke akademiye devam ederken Düsseldorf Schauspielhaus’da sahne dekorcusu olarak da çalışıyordu. 1906’da Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nde Lovis Corinth’in sınıfına geçti. Ne var ki, birkaç ay sonra burada öğrenecek bir şeyi kalmadığına inanarak, bundan böyle kendi kendini yetiştirdi. 1907 yılının Haziran ayında Paris’e yaptığı üç haftalık bir gezi, stil açısından dönüm noktasını oluşturdu. Macke, burada Edouard Manet gibi empresyonistlerin yapıtlarını görünce, bundan böyle biçim ve rengi resminin odak noktası yaptı. Resim içerikleri daha basit bir hal alarak nerdeyse göze batmayacak kadar geri planda kalırdı. Macke 1909’da Elisabeth Gerhardt ile evlenerek iki çocuk sahibi oldu. Aynı yıl içinde empresyonizmin belirgin etkisinde ilk resmi olan “Şapkalı Otoportre”yigerçekleştirdi. Macke için önemli olan insanın gösterilmesi değildi (örneğin sol kolunu tam çizmedi), önemli olan ışığın etkisiydi. Yine 1909'da Tegernsee'ye taşındı. Burada kırsal çevrenin resimlerini ve karısının portresini çizdi. 1910'da tanıştığı Franz Marc'la yaşam boyu yakın bir dostluğu oldu. “Der Sturm” (Fırtına, 1911) adlı tablosunda Marc'ın stilinden esinlendi.Bu tablo aynı yıl içinde “Der Blaue Reiter” (Mavi Atlı) sergisinde gösterildi. Marc'ın ısrarı üzerine Macke bu sanatçı topluluğuna katılmak ve almanakları için “Masklar” adlı bir makale yazmakla beraber empresyonist geleneklerden vazgeçerek sanatı yenilemeye yönelik olan amaçlarıyla hiçbir zaman özdeşleşmedi. 1912'de, Macke'nin görüşüne göre insanla doğa birliğinin bulunduğu bahçe, gezi yerleri ve hayvanat bahçelerini konu alan ilk resimleri gerçekleşti. “Nesnelerin Güzelliğini Anlatan Şarkılar” olarak gördüğü sanat yapıtları uyumlu bir atmosfer yansıtmak üzere yapılmışlardı. Bu nedenle günlük yaşamın güzel olmayan yüzünü hiç göstermedi. Kısa yaşamına rağmen kaliteli büyük şaheserler bırakmıştır. Resimlerinde, renkli ve neşeli bir dünyayı çizen usta bir renk tasarımcısı olarak saygınlık kazanmıştır. Robert Delaunay’ın tarzına yaklaşması nedeniyle resimleri beli bir açılım ve biçim sadeliğine uğramıştı. Bunun yanı sıra portreleri, manzara içeren şaheserleri ve başlıkları yenilenen çıplakları da. Parklarda ağaçların altında yürüyenleri, butikler ve şapkacı dükkânlarının vitrinleri önündeki kadınları sıklıkla resimledi. 1914’de Paul Klee ve Louis Moillet ile Tunus’a gitti ve bu seyahatinde yaptığı canlı suluboyalar onun en iyi başarıları olarak adlandırılır. Günümüzde pek ideal olarak adlandırılmayan hafif dolgun bir kızın sevimli portresi olan ve 1910 yılında yaptığı “Mercan Kolyeli Çıplak” isimli bir eseri de bulunmaktadır.
Kaynak: Wikipedia The Free Encyclopedia |