Diğer Süslemeler

Diğer Süslemeler

 


Kâğıt Makasçılığı

Eskiden memleketimizde yazı kâğıtları bugünkü gibi kesilmiş olarak satılmazdı. Tek ve büyük tabakalar halinde satıldığından, herkes bu tabakalardan yazacağı yazının ebadına göre, istenilen ölçüde bir kâğıt kesmek için kâğıt makasları kullanırlardı. İstisnasız olarak herkesin yazı takımında daima bir kalemtıraş, bir makta’ ve bir kâğıt makası bulunurdu.

 

Ustaları Türk olan makaslar İstanbul, Foça, Sivas ve Rumeli gibi merkezlerde yapılırdı. Nadiren Bosna ve Prizren’de de güzel ve zarif işlenen makaslara tesadüf edilirdi. Kâğıt makasları, kâğıdın bir anda düz olarak kesilebilmesi için boyca uzun olarak yapılmışlardır. Ayrıca yapısı çelikten, zarif ve uzun gövdeli, ağız kısımlarının tabaka kâğıdı kavrayabilmesi için keskin taraflarının oluklu olarak yapılması bilhassa düşünülmüştü ve ağızları ise birbirine uyumluydu. Yazıya ve yazılı kâğıda verilen değer dolayısıyla bunların çoğu altın kakma tezyinat ile süslenmiştir. Ekseriya gövde ve sapları altın kakma, mine kaplamalı yapılırdı. Sapları yaylı açılır kapanır, içine girip de yuvarlak bir şiş gibi olanları da vardı. Saplarında iki parmağın geçip tutması için halkalı kısımları, Allâh’ı hatırlatmak için sülüs hatla “Ya Fettâh” veya çifte “Alî” şeklinde yazı ile yapılır, bazen makası yapan sanatkârın adı oyulmak suretiyle yazılırdı.

 

Kalemkeşlik

Eski el yazması kitapların ve yazı levhalarının kenarlarına, yaldız veya mürekkeple çizgi çekmeye “kalemkeşlik” denirdi. Bu işe aynı zamanda “cetvelkeşlik” de tabir olunurdu. Sanatkârları ise “kalemkeş” veya “cetvelkeş” adını alırdı. Bunlar, eski kitapların bozulmuş ve yırtılmış sayfalarını da tamir ve vasl (birleştirme) ettiklerinden birleştirici manasına “vassal” diye de adlandırılırlardı.

 

Kalemtraşçılık

Osmanlı devlet teşkilatında sivil idari hizmetlerin alâmeti kalem, askeri hizmetlerin ise kılıçtı. Kılıç sahipleri ile kalem sahiplerinin bu şekilde ayrılmalarına rağmen bazı kılıç erbabı aynı zamanda erbab-ı kalem olmak hünerini de göstermişlerdir. Erbab-ı kalemin himayesi daima saltanat ve vezaretin şanından bilinmiştir.

 

Yazı yazmaya vasıta olan kalem, İslâmiyet’te yazı gibi ilâhi bir lütuf olarak vasıflandırılmıştır. Öyle ki “Tabarî (Tafsir, Bulak, 1323-1330, XXIX, 10 v.da) tarafından zikredilen hadîslere göre kalem, müstakbel hâdiseleri yazmak için Allâh tarafından ilk yaratılan şeydir”.

 

Hattatlar yazılacak yazının çeşidine göre kalemin boy, kesim ve sağlamlık bakımından orta karar olmasına daima dikkat etmişlerdir. Kamış kalemin boyunun uzunluğu ve kısalığı hattat için çok önemlidir. Bunun kadar önemli olan bir diğer husus da kalemin kesilmesidir. Eğer kamış kalemin kesilen ağız kısmının boyu çok uzun olursa kalem elde esneme yapacaktır. Kısa olduğu takdirde ise esneklik kaybolacaktır.

 

Hattatlar, kamış kalemi açarlarken, çıkan parçaları, yongaları ayakaltına atmazlar, genellikle biriktirip toprağa gömerlerdi. Bunun sebebi kalemin Kur’ân’da geçmesi ve onunla Kur’ân yazılmasından dolayı ona duyulan hürmetin ifadesidir. Hatta bazı eski hattatların bu şekilde birikmiş kalem parça ve yongalarını öldüklerinde yıkanmaları için hazırlanacak suyun kaynadığı kazanın altına konup da yakılmasını vasiyet ettikleri dahi bilinmektedir.

 

Ancak burada kalemden değil onun açılmasında kullanılan aynı zamanda kâğıt kesmeye ve yanlış yazıları kazımaya yarayan ve kitapçılık tarihimizde beş yüz yıllık bir geçmişi olan kalemtıraşçılıktan söz etmek istiyoruz. Kalemtıraş, kıymetli ustaların elinde her biri sanat eseri olarak yapılmış, uzunca saplı, nisbeten küçük ve kısa ağızlı, kamış kalem açmaya mahsus bir bıçaktır. Eskiden herkesin yazı takımında bulunan kalemtıraşa, bilhassa hattatlar çok önem verirlerdi. Kalemtıraşın kesici kısmına “tığ”, fildişi, akîk, kemik, abanoz, yeşim, sedef, mercan, akik, ödağacı, hünnab, pelesenk gibi maddelerden yapılan kısmına ise “sap” denir. Altından yapılanlar veya altın kakmalı olanlar da vardır.

 

Kalemtıraşların bıçak kısmını yani sapla tığı birbirine bağlayan çelik, gümüş, altından yapılan kısım arasında pirinçten bir bilezik bulunurdu ki buna “prazvana” tabir olunurdu. Prazvanaların altın ve gümüşten yapılmış olanları da vardır. Her sanatkâr kendi eseri olan kalemtıraşa, tığın prazvanaya yakın kısmına pirinç, altın veya gümüşten kendi adı bulunan damga koyardı.

 

Kalemtıraşlar, bıçaklarının şekillerine göre; hattâtî, kâtibî, servi, küt, söğüt yaprağı, cam kırığı, izmarit; saplarının şekillerine göre de; çelik sap, demir hindi, şirmaga (balık derisi kaplanmış), gümüş prazvana, altın prazvana gibi isimler almışlardır.

 

Kalemtıraşların bıçak kısımları üzerinde prazvanaya yakın yerinde çeşitli şekillerde oyulmuş altın ve gümüşle işlenmiş imzalar, tezyinat vardır. Kalemtıraşçılar icazet almadan imza koyamazlardı. Bunlar peştamal kuşanırlarken en yaşlı kalemtıraş üstadı kendilerine o güne kadar kullanılmamış isimlerden birini verirdi. İmza koymanın eski lonca teşkilatının kendine has örf ve âdetlerine tabi olduğunu, Musâhipzade Celal teferruatlı olarak yazmıştır.

 

Bu arada kalemtıraşçılık sanatının hemen yanında yer alan; kalemdan, divit ve makta’cılık sanatları ile zervarakcılık ve rıhcılık sanatlarını da bir iki cümle ile hatırlamak yerinde olacaktır. Osmanlılarda kalemtıraşçılık güzel sanatlardan sayılırdı. Kalemtıraşçıların en meşhuru XVIII. yüzyılda yaşamış Baba, Galatalı Recâi ile Eyüblü Recâi idi. Fennî ve Yümnî, Recâiler'den sonra adları hürmetle anılan üstadlardandır. Sıdkî, Rûhi, Zeki, Eşref ve Muhyî, XIX. asrın başlarında Sâfi, Kemâli, Sıdkî ve Bursalı Hüsni gibi üstadlar bu sanatın son temsilcileridir.

 

Kalemtıraş çeşitleri: Kalemtıraşların birçok çeşitleri vardır. Bunlardan ucu dönük olarak yapılanlara “kâtibî kalemtıraş”, söğüt yaprağı biçiminde olanlara “katı'”, tashih için, ufak boyda ve yine küçük söğüt yaprağı biçiminde olanlara “tashih kalemtıraşı” derler. Bundan başka, burunları mukavves olmayıp üçgen şekilde büyük yazıları düzeltmek için yapılmış tashih kalemtıraşları da vardır.

 

Kalemdan

“Kalemdan”, kalem koymaya mahsus bir kutu olup “kubur” ve “kalemlik” de denirdi. Bunlar genellikle bağa, sedef, fildişi tezyinatlı yapılmışlardır. Ayrıca düz tahtadan, gümüşten yapılanlar, üstleri beyitlerle süslenmiş olanlar da bulunur.

 

Hokka ise; içine mürekkep, boya, macun ve yağ gibi malzeme konan küçük yuvarlak kap, Arapçada “küçük kutu” manasına gelir. Mürekkep hokkası yerine “devat”, “mihbere”, “furza” kelimeleri de kullanılmıştır. Türkçede “devat”tan bozulmuş olan “divit” kelimesi, hokka ve kalemliği birlikte olan bir yazı âleti için kullanılır. Divit veya devat, kalem koymak için boru şeklinde uzun sapı ve ucunda mürekkebe mahsus bir de hokkası bulunan eski usulde bir yazı âletidir. Bakır, pirinç ve gümüş gibi madenlerden yapılır. Bu sanatın geçmiş büyük ustaları arasında Kanbur Ahmed, Mehmed Usta, Rûmi, Fennî, Abdüllatif Recâi en meşhurlarıdır.

 

Kullananın zenginlik derecesine ve mevkiine göre cam, porselen, abanoz, kuku ağacından, altın ve gümüşten yapılanları olduğu gibi, üzeri kıymetli taşlarla süslü sanat değeri olan hokka takımları, ayrıca Çin gülabdanların boğazı kırılarak ağızları ve dipleri altın veya gümüşle tezyin edilmiş hokkalar da vardır.

 

Divit

“Divit”, kalemleri koyacak bir mahfazası, yanında kapaklı hokkasıyla, ekseriya beldeki kuşağa çaprazlamasına sokularak taşınan ufak bir yazı takımıydı. Pirinçten, bakırdan yapılmış olan divitlerin ufak yayvan sandık ve çekmece şeklinde olanları bulunduğu gibi yuvarlak bir mahfaza yanına tutturulmuş hokkalı şekilleri de görülür.

 

Makta'

“Mikta’” da denir. Arapça, “kesecek âlet” anlamındadır. Kamış kalemin açılan kısmının üzerine yatırılarak kalemtıraşla enine kesilmesinde kullanılırdı. Yani üzerinde kamış kalemin ucu kesilen, kemikten yassıca bir âlettir. Türkçede bu ikinci anlam ile kullanılması hatadır. Makta' fildişi, bağa, kemik, sedef ve abanozdan yapılmış, üzerinde kalem kesilen yazı âleti, yani kalemin yastığıdır. Gümüş ve altından yapılanları da vardır. Fildişinden yapılan makta’lar sözlük anlamı itibariyle “kalem açılacak yer” demektir. Çoğunlukla 10 cm. uzunluğunda 2-3 cm. enindedir. Kalem açılırken çeliği hassas olan kalemtıraşların uçlarının bozulmaması için makta’lar bilhassa fildişinden yapılmışlardır. Sırrî, Fahrî, Cevrî, Resmî, Rıza, Reşid ve Fikri adlı sanatkârların yaptıkları makta'lar meşhurdu. Sıralanan bu eski sanatlardan birçoğu bugün tamamen ortadan kalkmıştır.

 

Mürekkepçilik

Eskiden yazı yazmak için kullanılan mürekkebe, “Türk mürekkebi” veya “bezir isi mürekkebi” denirdi. Koyu siyah renkte olan, kamış kalemin ucundan kolaylıkla akarak, kalemin kâğıt üzerinde oynaklığını temin eden bu mürekkep, yüzyıllar boyu bu siyahlığını, renk tazeliğini muhafaza etmiştir. Bu mürekkeple yazılan yazılar ıslak parmakla veya süngerle silindiğinde çıkar. Ancak bu, onun kötülüğünden değil zamanında bu özelliğinin iyi bir vasıf addedilmesindendir. Zira âhârlı kâğıt üzerine yazılan yazılarda bir hata olduğu takdirde bütün yazıyı yeniden yazmaktansa o kısmın yukarıda işaret ettiğimiz şekilde silinerek düzeltilmesi mümkün olurdu.

 

Siyah mürekkebin yanı sıra “la'al” ve “surh”  denilen kırmızı renkli mürekkepler de kullanılmıştır. Siyah mürekkep; neft, çıra isi, keçi kılı isi ve bezir yağı isinden yapılırdı. Bu mürekkep, hokkanın dip tarafına “lika” denilen ham ipek lifleri konduktan sonra hokka içine akıtılırdı. Maksat; kamış kalemin hokkanın içine batırıldığında ucunun sert olan hokkanın dibine çarparak keskinliğini kaybetmemesi içindi. Ayrıca lika, mürekkebin bir kısmını alır ve kalemin ucunda çokça miktarda mürekkep toplanmasını önlerdi. Lika’ya İran’da “kilke” denilirdi. Kamış kalemlerde mürekkebin muntazam bir şekilde akıntısını temin için kalemin ağız kısmı ikiye yarılırdı ki buna “kalemin şakkı” denirdi.

 

Ufak bir rutubet, bu mürekkeple yazılan sayfaları birbirine yapıştıracağından, dolayısıyla bu husus, yazma kitabın muhafazasına da ayrı bir önemin verilmesine yol açmıştır. “Surh” tabir edilen kırmızı renkli mürekkep, yazma kitapların konu başlıklarında ve metin aralarında şerhi gerektiren kısımlarda yerine göre kullanılmıştır.

 

Kitapçılık tarihimizde mürekkebe büyük önem verilmesine dair kayıtlar, mürekkep fiyatları üzerinde oynanmaması için alınmış kararlar vardır. Mesela 1640’larda hazırlanan ve kanunname ıtlak olunan Nerh defterinden (Topkapı Sarayı Müzesi, Hazine Kitaplığı, No.1934) mürekkebin İstanbul’da XVII. yüzyıldaki fiyatı şöyle tesbit edilmiştir; Bezir isinden mürekkebin iki dirhemi (6 gram) bir akçeye ve evsafının dört dirhemi (12 gram) bir akçeye…

 

Yazma kitaplar devrinde Avrupa, kendi yazma eserlerini yazmak için Şark’tan, özellikle Osmanlı’dan mürekkep ithal etmiştir. Sıraladığımız bu eski kitapçılık sanatlarımızdan birçoğu bugün tamamen ortadan kalkmıştır. Âhârcılık, ebruculuk ve mürekkepçilik yalnız bu sanatlarla uğraşanlarca ve meraklılarınca yapılmakta, sayıları her geçen gün azalan bu gibi kimselerin gayretleriyle yaşatılmaya çalışılmaktadır.

 

Rıhçılık

Yazılan yazılar “rıh” denilen bir çeşit çok ince renkli kum ile kurutulurdu. Bu sanata “rıhçılık” denirdi. Rıh, kurutma kâğıdı olarak kullanılırdı. İki çeşit rıh vardır. Birisi yaldızlı rıh, diğeri pembe veya mavi renge boyanmış olan âdi rıh. Bu rıhlar porselenden yapılmış, yuvarlak, üzerinde delikleri olan rıhdanlıklara konulurdu. Rıh yazı üzerine dökülür, ıslak yazının bu şekilde kuruması sağlandıktan sonra parmakla temizlenirdi.

 

Zervarakçılık

Kâğıtlar, âhârlanıp ve mührelendikten sonra bir de üzerine altın serpme yapılırdı. Bu sanata da “zervarak yapma” denirdi. Altın serpme şöyle yapılırdı: Bir fincan içine birkaç tane nohut konur ve aynı fincan içine altın tozu dökülürdü. Bir kâğıt üzerine zamk sürülür ve ağzına tülbent gerilmiş fincan bu kâğıt üzerinde sallanırdı. Tülbentin deliklerinden sızan altın zerreleri kâğıt üzerine dökülerek bir tabaka teşkil ederlerdi.

 

Kâğıt Âhârcılığı

Eskiden memleketimizde imâl edilmekte olan kâğıtların yüzleri bugün kullanılmakta olan kâğıtların yüzleri gibi parlak olarak yapılmazdı. Bunun sebebi, kâğıdı kullanacak olanların kendi arzularına göre kâğıdın yüzünü cilalayabilmeleri içindi. Bu cilalama işi de “âhâr” ve “mühre” ile olurdu. Kâğıt üzerinde koruyucu bir tabaka teşkil eden âhâr, mürekkebi tutar, içine geçmesini önlerdi. Kâğıdın yüzüne sürülen âhâr, kâğıdın yüzünde cilalı bir tabaka teşkil eder ve bunun üstüne mürekkeple yazılan yazıları ıslak bir süngerle silip çıkarmak mümkün olurdu. Hattatlar genellikle serçe parmaklarını ıslatarak, kazıyarak ve yalayarak yanlış yazılmış kâğıtları kâğıt üzerinden çıkartırlardı. Silinen kâğıtların üzerine mühre sürülerek parlatmak ve cilalı bir hale getirmek suretiyle yeniden başka yazı yazılabilirdi. Bu suretle âhârlı kâğıtların birçok defalar kullanılması sağlanırdı.

 

Ancak âhârlı kâğıt üzerindeki yazı, kazınarak veya yalanarak değiştirilebildiği için Osmanlı Devleti’nde bütün resmi kayıtlar âhârlanmadan sadece mührelenerek üstündeki pürüzler giderilmiş kâğıtlara yazılmıştır. Böyle kâğıtlar üstündeki yazılar, yalamakla ve kazımakla çıkmaz. Resmi kayıtlarda kazıntı ve silinti kabul edilmemekle vicdanen sapıtanların yapacakları herhangi bir tahrifatın önüne geçilmiştir. Âhârlanmış kâğıtlar, çeşitli renklerde olup âhârın diğer özellikleri, kalemin kâğıt üzerinde iyice kaymasını, mürekkebin kıvamınca kâğıt üzerine akmasını ve yazının kâğıt üzerindeki keskinliğini temin etmekti. Kalemin kâğıt üzerinde kaymasına “kalemgirlik” tabir olunur ve kâğıtları kalemgir yapmak için de âhârın üstüne bazı mayiler sürülürdü ki bunlara “tılâ” denirdi.

 

Âhâr muhtelif maddelerden yapılırdı. Nişasta, yumurta akı, nişadır, kitre, Arap zamkı, üstübeç bunların başlıcaları idi. Bunlar teker teker veya karışık olarak kullanılır, bazen de birkaç cins üst üste sürülürdü. Kâğıdın âhârlanması iki şekilde olurdu. Âhâr yapımında kullanılan maddeler sıcak suda eritilir, kıvamınca karıştırılır ve kâğıt bunun içine daldırılırdı. Bir diğer usul de, sünger veya pamukla bunları kâğıdın üstüne sürüp kurutmaktı. Bir kat âhâr sürülmüş kâğıtlara “tek âhârlı”, iki veya daha çok âhâr sürülmüş kâğıtlara “çift âhârlı” denilirdi. Hattatlar, müzehhibler ve meraklıları kâğıt âhârlamayı kendileri yaptıkları gibi “âhârcı” tabir olunan ve bu işi kendilerine meslek edinen bir sanatkârlar grubu da vardı. Yaptıkları işe “kâğıt âhârcılığı” denmekteydi.

 

Eskiden en mükemmel âhâr ve mühreleme İstanbul’da yapılmakta olup âhârlanmış ve mührelenmiş kâğıtlar, mücellid ve müzehhib dükkânlarında satılırdı. Bu dükkânların İstanbul’un Beyazıd semtinde, eski Askeri Tıbbiye karşısında bulunduğunu Prof.Süheyl Ünver’den öğreniyoruz. Prof.Ünver, bir diğer yazısında da, zamanında “bu gibi kâğıtların en itinalılarından belki aynı evsafta bulunamaz diye fazla alıp sandıklarında biriktirenler olduğunu, hattatların terekelerinde vefatlarından sonra birkaç sandık âhârlanmış kâğıdın çıktığını” söylemektedir.

Eskiden yazıların çeşitlerine göre, kullanılacak âhârın cinsinin de değiştiği, bilhassa dikkate değer bir noktadır. Yalnız bir tarafına yazı yazılan meşk ve hüsn-i hat kâğıtlarına sürülen âhârlar daha kalınca olurdu. Kitap ve iki yüzüne yazı yazılacak kâğıtların âhârları, âhârın ince kısmı ile yapılır ve kâğıdın cinsine göre birkaç kat sürülürdü. Bir yüzüne yazı yazılacak levha kâğıtları ile meşke mahsus kâğıtlarda tashihlerin kolayca yapılabilmesi için âhârlama kalın yapılırdı. Âhârlanmış ve mührelenmiş kâğıt, yüzlerce yıl hiçbir şekilde bozulmadan durur ve diğer kâğıtlara nazaran, rutubet, küf, kitap kurtları gibi her türlü şartlara daha fazla dayanırdı. Kütüphane ve arşivlerimizdeki beş yüz yıllık kitap ve vesikaların yeniliğini ve mükemmelliğini muhafaza etmesi, âhârlanmış ve mührelenmiş olmalarındandır.

 

Kaynak

İsmet Binark

Araştırmacı - Yazar

 
ISTANBUL
 
 
 
 
 
Bugün 120 ziyaretçi (164 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol