Hat
Hat
Hat sanatı denilince Arap harfleri çevresinde oluşmuş güzel yazı sanatı akla gelir. Bu sanat Arap harflerinin 6.-10. yüzyıllar arasında geçirdiği uzunca bir gelişme döneminden sonra ortaya çıkmıştır. Türkler, Müslüman olduktan ve Arap alfabesini benimsedikten sonra uzun bir süre hat sanatına herhangi bir katkıda bulunmamışlardır. Türkler hat sanatıyla Anadolu’ya geldikten sonra ilgilenmeye başladılar ve bu alanda en parlak dönemlerini de Osmanlılar zamanında yaşadılar.
Kur’ân-ı Kerîm’in bir araya toplanmasından sonra, İslâm dininin bilime verdiği özel önemin etkisiyle, çok sayıda kâtip yetişmiş, yazı da doğal olarak büyük aşamalar göstererek önemli sanat kolu olmuştur. Bu yazının ilk biçimi olan ve adını Kûfe kentinden alan köşeli karakterli “kûfi” yazısının yerini 9. yüzyıldan sonra aklâm-ı sitte (altı çeşit yazı) almaya başladı. Hat sanatı, tarihi seyir içersinde yer yer ve kol kol gelişmiş, mükemmelleşmiş ve güzel sanatlar arasında seçkin yerini fiilen almıştır. Bunun farkına varamayanlar, Batı tarihçilerinin âdetlerine uyarak hat sanatına “mimari süsleme” deyip geçmişlerdir. Oysaki mushaflar, cüz’ler, hilyeler, fermanlar, murakkalar, meşkler, karalamalar gibi değişik konularda verilmiş nice eserler vardır ki mimari süsleme ile hiçbir alâkası yoktur. Hat sanatı; “Cismâni âletlerle ortaya çıkan rûhani bir hendesedir” şeklinde tarif edilmiştir.
Yâkut-ı Mustasımi’nin Anadolu’daki etkisi 13. yüzyıl ortalarından başlayıp 15. yüzyıl ortalarına kadar sürdü. Bu yüzyılda yetişen Şeyh Hamdullah (1429-1520), Yâkut-ı Mustasımi’nin koyduğu kurallarda bazı değişiklikler yaparak Arap yazısına daha sıcak, daha yumuşak bir görünüm kazandırdı. Türk hat sanatının kurucusu sayılan Şeyh Hamdullah’ın üslup ve anlayışı 17. yüzyıla kadar sürdü. Hafız Osman (1642-98), Arap yazısına estetik bakımdan en olgun biçimini kazandırdı. Bu tarihten sonra yetişen hattatların hepsi Hafız Osman’ı izlemişlerdir.
Türkler altı tür yazı (aklâm-ı sitte) dışında, İranlıların bulduğu tâ’lik yazıda da yeni bir üslup yarattılar. Önceleri İran etkisinde olan tâ’lik yazı 18. yüzyılda Mehmed Esad Yesâri (ölümü 1798) ile oğlu Yesârizade Mustafa İzzet’in (ölümü 1849) elinde yepyeni bir görünüm kazandı. Türk hat sanatı 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında da parlaklığını sürdürdü, ama 1928′de Arap alfabesinden Latin alfabesine geçilince yaygın bir sanat olmaktan çıkıp yalnızca belirli eğitim kurumlarında öğretilen geleneksel bir sanat durumuna geldi.
Yazı Türleri
Hat sanatının doğduğu dönemde ortaya çıkan altı tür yazı ile İranlıların bulduğu tâ’lik dışında başka birçok yazı türü daha vardır. Bunların bir bölümü fazla yaygınlaşamamış, bir bölümü de belli alanlarda kullanılmıştır. Örneğin Türklerin geliştirdiği “divânî” yazı; yalnızca Divân-ı Hümâyûn’da yazılan önemli belgelerde, yazılması ve okunması özel eğitim gerektiren “siyakat” ise; mali kayıtlarda kullanılmıştır. Kolay yazıldığı için günlük yaşamda yaygın olarak kullanılan bir yazı türü olan “rik’a” da 19. yüzyılda sanat yazısı durumuna gelmiştir. Rik’a ile altı yazı türünden biri olan rika birbirine karıştırılmamalıdır.
Hat sanatında yazılar büyüklüklerine göre de farklı adlarla anılırdı. Duvarlara asılan levhalarda, cami, türbe gibi dinsel yapılardaki kuşak ve kubbe yazılarında, her tür yazıtta kullanılan ve uzaktan okunabilen yazılara “iri” anlamında “celî” adı verilirdi. Daha çok sülüs ve tâ’lik yazının celîsi kullanılmıştır. Alışılmış boyutlardan daha küçük harflerle yazılan yazılara “hurde”, gözle kolay seçilemeyecek boyuttaki yazılara da “gubari (toz)” denilirdi.
Yazı Araç Gereçleri
Hat sanatında da yazının temel aracı kalemdir. Hat sanatında kalem olarak daha çok kamış kullanılırdı. Kamışın ucu yazılacak yazının kalınlığına göre “makta” denilen sert maddelerden yapılmış altlığın üstünde eğik olarak tutulur ve kalemtıraş olarak adlandırılan özel bir bıçakla yontulurdu. Celî yazılar ise ağaçtan yapılmış kalın uçlu kalemlerle yazılırdı. Çok ince yazılar için madeni uçlar da kullanılmıştır. Hat sanatında kullanılan mürekkep de özel olarak hazırlanırdı. Yağlı isin çeşitli katkı maddeleriyle karıştırılmasıyla elde edilen bu mürekkep, akıcı biçimde yazı yazmayı sağlar, yanlış yazma durumunda da kolayca silinirdi. Hat sanatında kullanılan kâğıtlar da özeldi. Mürekkebi emip dağıtmaması, kaleme akıcılık sağlaması için kâğıtlar “âhar” denilen bir maddeyle saydamlaştırılırdı.


Hat Eğitimi
Hat sanatıyla uğraşan kişiye “güzel yazı yazan sanatçı” anlamına gelen “hattat” adı verilir. Hattatlar yüzyıllar boyu usta-çırak ilişkisi içinde yetişmişlerdir. Hat sanatını öğrenmeye heveslenen kişi bir hattattan ders alırdı. Başlangıçta alıştırma niteliğinde çalışmalara dayanan ve “meşk” adı verilen bu dersler tek tek harflerin yazılışının öğrenilmesiyle başlar, harflerin birleşme biçimleriyle, sözcüklerin ve tümcelerin yazılış tarzlarının öğrenilmesiyle sürerdi. Ortalama üç beş yıl kadar süren bu eğitimin sonunda hattat adayı iki ya da üç hattatın önünde yazı yazarak bir çeşit sınav verirdi. Hattatlar bu yazıyı beğenirlerse altına imzalarını koyarlardı. Buna, başarı ya da izin belgesi anlamına gelen “icâzetnâme” adı verilirdi. İcâzetnâme almamış kişi hattat sayılmaz, dolayısıyla yazdığı bir yazının altına adını koyamazdı. Osmanlılar döneminde, hattatlar arasında en kıdemli ve usta olana, “hattatların reisi” (reisü’l-hattâtîn) adı verilirdi. Onun ölümünde yerine bir başkası geçerdi.
Hat Sanatının Tarihi

İslâmiyet’in doğuşuyla birlikte Arap yarımadasındaki en önemli faaliyet Peygamber vasıtasıyla gönderilen Allâh’ın kelamının, yani Kur’ân-ı Kerîm’deki âyet ve sûrelerin yazıya dökülerek doğru bir şekilde, kalıcılığını sağlamak için, yazılması olmuştur. Yapılan son araştırmalara göre, Arap yazısının kökeninin Ârami asıllı Nabâtî yazısına dayandığı bilinmektedir. Arap asıllı olan Nabâtî kavmi M.Ö. 400. yüzyılda Filistin’in güneyine yerleşti, merkezleri Petra kentiydi. M.Ö. 85- M.S. 62 yılları arasında Şam ve Kızıldeniz’e kadar genişleyen Nabâtîlerin başkenti Petra, Romalılar tarafından ele geçirildi. Günümüze gelen harabeler ve taş kitabelerden, gelişmiş bir uygarlığa sahip olduğu anlaşılan Nabâtîlerin yazıları ile İslâm dininin peygamberi Hz. Muhammed’in doğumundan önceki yıllara ait Arapça kitabelerdeki yazıların benzerliği, Arap yazısının Nabâtî yazısından çıktığını göstermektedir. Birçok yazarın belirttiği gibi, Arap alfabesinin ilkel şeklinin Nabâtî yazısındaki harflerin köşeli ve yuvarlak karakterlerine sahip oluşu bu benzerliği destekler. İslâm dininin gelişi, Arap yazısının gelişmesinde son derece büyük rol oynamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de okuyup yazmaya büyük önem verilir. Allâh’ın insanlığa ilk hitabı, “Oku” emridir. Okumanın yanı sıra, yazı yazmanın aracı olan kalem de fevkalade üstün görülmüş ve övülmüştür. Kur’ân’da Alâk Sûresi’nin (96) 1-5. ayetlerinde şöyle buyuruluyor: “Yaradan Allâh’ın adıyla oku. O, insanı kan pıhtısından yarattı. Kalem ile yazmayı öğreten; insana bilmediğini öğreten, Kerem’i erişilmez mertebede olan Allâh’ın adı ile oku”. Kur’ân’da Kalem Sûresi’nin (68) 1. ayetinde de “Hokka ile kalemi, kalem ile yazdıklarını şahit tutarım ki” 
             
ifadesi  ile hokka ve kalemin önemi vurgulanır. Bu ayetle de insanlığın yüceltilmesi için kalemin ne kadar önemli bir araç olduğuna değiniliyor. “Nûn” harfi biçimi dolayısıyla hokka olarak tefsir edilmiştir. Hiç şüphesiz hokkadan maksat da içindeki mürekkeptir. Kalem ve mürekkep dünyada bilginin yayılmasını temsil etmektedir. Bu iki önemli sûre, Kur’ân-ı Kerîm’in mutlaka güzel bir yazı (hüsn-i hat) ile yazılmasında önemli bir rol oynamıştır. Hiç şüphesiz her Müslüman’ın Hz. Peygamber’in ve Allâh’ın sözlerini güzel bir yazıyla yazılmasını istemesi ve hattın bir sanat dalı olarak İslâm dünyasında en ön sırayı alması kadar doğal bir durum olamaz. Bu şartlar altında, dördüncü halife olan Alî’nin (35-41/456-661) döneminde gelişme gösteren Arap yazısı, devletin baş şehri olan Kûfe’ye nispetle “Kûfi” adını aldı. Emevîlerin son yıllarında giderek gelişmeye başladı ve kimi harflerin bünyesindeki köşeli tarz kayboldu. Abbasi halifeleri döneminin ünlü veziri İbn-i Mukle (886-940) aynı zamanda ünlü bir hattattı. Arap yazısını belli kurallar içerisine yerleştirmeye çalıştı. İbn-i Mukle’nin çalışmaları sonucunda, “Aklâm-ı Sitte” adı verilen altı çeşit yazı oluştu. Bunlar, “muhakkâk, reyhânî, sülüs, nesih, tevkî, rıkâ”dır. Aklâm-ı Sitte, Arapça bir terimdir ve altı çeşit yazı anlamına gelir. Bu altı çeşit yazı, bir yüzyıl kadar sonra, Bağdat’ta yetişen İbn-i Bevvâb sanıyla tanınan Arap hattatı İbn-i Hilâl tarafından daha da geliştirildi. Günümüzde çeşitli kütüphanelere dağılmış olan İbn-i Hilâl’ın yazıları, İslâm hat sanatı tarihi bakımından oldukça önemlidir.
 
Daha sonra, son Abbasi halifesi Musta’sım’ın halifeliği sırasında (öl. 1258) Bağdat’ta eserler veren Yâkut, altı çeşit yazıyı içeren Aklâm-ı Sitte üzerinde çalıştı, yaptığı ilavelerle kendi estetik anlayışını bu yazı çeşitlerine yansıttı. Yâkut-ı Musta’sımî ekolünün etkileri, bütün İslâm dünyası ve Osmanlı hattatları tarafından da kabul gördü. İslâm dünyasında hat sanatı, Yâkut’un kuralları doğrultusunda gelişme gösterdi. Özellikle 14. yüzyıl ve 15. yüzyılda İran, Irak, Suriye ve Anadolu’da İlhanlılar, Celayirîler, Türkmenler, Anadolu Beylikleri, Mısır’da ise Memlûklar döneminde Kur’ânlar ve cüz’leri ile hat sanatının diğer örneklerinin başyapıtları denilebilecek nüshaları yazıldı. Özellikle İlhanlı ve Memlûk Kur’ân-ı Kerîm’lerinin alışılmışın dışındaki büyük boyutları muhakkâk hat ile yazıldı. Ayrıca yuvarlak hatlı sülüs yazı da büyük bir gelişme gösterdi ve Kur’ân-ı Kerîm yazımcılığı için tercih edildi.
 
İslâm dünyasının Doğu’sunda Kûfi hattın yerini yuvarlak hatlı sülüs yazısı almaya başlarken; Batı’da da farklı türde yuvarlak hatlı bir yazı türü olan “magribî” yazısı ortaya çıkmıştı. Magribî yazısı İspanya, Sicilya, Tunus’ta aynı tarzda kullanılmıştı. Arap harflerinin alt çanaklarındaki yuvarlak hatların vurgulanışı, magribî yazısının ana karakterlerinden birisiydi ve diğer İslâm yazılarından farklı hareke ve noktalama sistemi kullanıldı. Bazen de renklerle bu farklılık elde edildi. Celî yazılar (büyük boyutlu) ve kitabelerde de farklı bir görünüm elde edildi. Magribî yazı yazan hattatlar, İbn-i Haldun’a göre, kelimeyi yazmayı kalıp halinde öğreniyorlardı. Doğu İslâm dünyasında ise, tamamen farklı olarak tek tek harfler öğrenilerek işe başlanıyordu. Magribî yazısının en erken örneği 10. yüzyıl ortalarına aittir. Bu yazı türü uzun süre varlığını korudu, üç yüzyılı aşan bir süreden günümüze ulaşmış eserler bulunmaktadır. Özellikle 12. yüzyılın ilk yarısında, Kortoba’da sanatsal açıdan çok güzel Kur’ânlar hazırlandı. Yüzyılın ikinci yarısında kitap sanatının merkezi Valensia’ya kaydı. Endülüs uygarlığı döneminin İslâmi varlığının uzantısı 1492 yılına kadar sürdü. Birleşmeyi sağlayan Katolik krallar, aynı yılda topraklarındaki son Müslüman egemenliğini de bitirdiler. Bütün dünya için çeşitli açılardan önemli olan 1492 yılı ve civarı, İslâm hat sanatının yeni bir yönde gelişmesine imkan sağlayan Şeyh Hamdullah gibi yaratıcı bir sanatçının yetişmesine de sahne oldu. İbn-i Hilâl’ın eserleri, İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi Bağdat Köşkü Kütüphanesi’nde, Ayasofya Kütüphanesi’nde, Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde ve Dublin Chester Beatty Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.
 
Aslı Finikelilerden gelen ve Nabât kavmince kullanılırken Araplara geçen ve basit şekillerden ibaret olan bu yazı çeşidi, İslâmiyet’in gelişi ile beraber önem kazanmıştır. Kavim yazısı olmaktan çıkıp ümmet yazısı haline gelmiştir. Bu bakımdan “Arap harfleri” yerine “İslâm harfleri” yahut “Kur’ân harfleri” ifadesini kullanmak daha yerinde olacaktır. Kur’ân ve hadîslerin doğru tespiti için yapılan çalışmalar hat ilmini, o kutsal ibareleri güzel yazma gayreti ise hat sanatını meydana getirmiştir. Sadece okuma yazma vasıtası olan bir takım basit şekillerden böylesine güçlü bir estetik ortaya çıkıvermesi İslâm’ın bir mucizesidir.
 
Osmanlı’da Sultanların imzası olan tuğralar ise, tuğrakeş adı verilen kimseler tarafından hazırlanmaktaydı. Sultanların mührü niteliğindeki tuğraların, doğal olarak her sultanla birlikte, biçimi ve metni değişmekte, böylece zengin bir tuğra dizisi elde edilmiş bulunmaktadır. Tuğralar, fermanlarda, anıtsal yapıların girişlerinde ve gerekli diğer bölümlerinde sultanların simgesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Fermanlardaki tuğraların tezhipli örneklerini bugün başta İstanbul olmak üzere müzelerde rastlamak mümkündür.
 
Yazı Çeşitleri
1- Kûfi yazı: İslâm yazısının en eski örneği olan bu yazı, İslâmiyet’in zuhurunda Arap yarımadasının birçok yerinde kullanılmakta idi. Nitekim ilk Kur’ân-ı Kerîm’ler bu yazı ile yazılmıştır. Düz çizgiler ve köşelerden oluşan bir yazı çeşididir. Kûfi denilen yazının en temelli karakteri geometrik olmasıdır.
 
2- Sülüs: Sülüs yazı Hicret’in 4. yılında ortaya çıkmıştır. Kûfi yazıdaki düz ve köşeli şekiller bu yazıda yerini yuvarlaklığa ve eğri çizgilere bırakmıştır. Sülüs yazının, bir santim veya daha fazla genişlikte açılmış kalemle yazılmış olanına “celî sülüs” adı verilir. Büyük levhalar, kitabeler ve birçok mezar taşları bu yazıyla yazılmıştır.
 
3- Nesih: Nesih, sülüs türünün gövde oluşları bakımından en ilkel olan şeklidir. Nesih yazısının gövdesi, sülüs ve celî tiplerine göre çok yalındır. Kalem uç genişliği sülüsünkinin üçde biri kadardır. Kur’ân-ı Kerîm, Delâil, En’am, Hadîs kitapları, Tefsirler ve Divânların yazılmasında bu yazı kullanılmıştır.
 
4- Muhakkâk: Sülüs yazıdaki harflerin yatay kısımlarının daha genişletilmesi sonucunda ortaya çıkmış bir yazı çeşididir.
 
5- Rika’: Buna, nesih yazının dişsiz, yuvarlak ve kıvrak bir çeşidi diyebiliriz. İcâzetler bu yazı ile yazıldığı için “icâzet yazısı” da denilir.
 
6- Tevki: Sülüs yazının daha değişik ve ufaltılmış bir türüdür. Daha ziyade resmi evrakta kullanılmıştır.
 
7- Tâ’lik: Bütün harfleri yuvarlağımsı olan bu yazı, her şeyden evvel çizgilerin bir musikisidir. İran’da îcad edilmiştir. Bir santim veya daha fazla genişlikte açılmış kalemle yazılmış olanına “celî tâ’lik” adı verilir.
 
Kullanılan Malzemeler
Kalem: Hat sanatında da yazının temel aracı kalemdir. Hat sanatında kalem olarak daha çok kamış kullanılır. Kamışın ucu yazılacak yazının kalınlığına göre “makta” denilen sert maddelerden yapılmış altlığın üstünde eğik olarak tutulur ve kalemtıraş olarak adlandırılan özel bir bıçakla yontularak belli bir açıda kesilir. Celî yazılar da ise ağaçtan yapılmış kalın uçlu kalemler kullanılır.
 
Mürekkep: Hat sanatında kullanılan mürekkep de özel olarak hazırlanır. İs ile Arap zamkının dövülmesi neticesinde elde edilen bu mürekkep akıcı biçimde yazı yazmayı sağlar, yanlış yazma durumunda da kolayca silinir.
 
Kâğıt: Hat sanatında kullanılan kâğıtlar da özeldir. Kâğıtlar evvela hamurları ne olursa olsun, nebati ve madeni boyalarla çeşitli renklere boyanırlar. Mürekkebi emip dağıtmaması, kaleme akıcılık sağlaması için kâğıtların yüzeyine “âhar” denilen bir madde sürülür ve daha sonra da mührelenir.
 
Hokka: Mürekkep hokka içinde saklanır. Camdan başka pişmiş topraktan, metalden, çeşitli ağaçlardan hokka yapılabilir. Kalem sokulduğunda uç dibine vurup bozulmasın diye hokkanın içine lıka denen bir tutam ham ipek konur.
 
Türk Hat Sanatında Gelişmeler
Yazı tarihini son devrin bu konuda en büyük bilginlerinden İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal’ın “Kemâlü’l-Hattâtîn” adını verdiği “Son Hattatlar”ından şöyle özetleyebiliriz : İnsanlığın tarihi kadar eski olan yazı, yüzyıllarca çok yavaş bir ölçüde gelişmiştir. Önceleri İslâm âleminde kûfi yazı kullanılıyordu. İbn-i Mukle ve kardeşi Hasan ve İbnü’l Bevvab, daha sonra da Amasyalı Yâkuti Musta’sımi sülüs ve nesih yazıyı geliştirmeye ve güzelleştirmeye çalışmışlardır. Zamanla ve sırayla sülüs, celî, nesih ve tâ’lik, daha sonra da divâni, siyakat, rika’, reyhâni, rık’a ve öbür yazı türleri bulunmuştur.

Her yazı türü kullanıldıkları yere ve işe uygun kurala bağlanmıştır. Sülüs ve tâ’likle celîler; binaların kitabelerinde ve levhalarda, mezar taşlarında, nesih ve nestâ’lik; Kur’ân-ı Kerîm, En’am ve kitaplarda ve bunlara benzeyen eserlerde, divâni yazı; fermanlar, beratlar, rüuslar ve menşurlarda ve siyakat yazısı; kolay okunan ve çok güç taklid edilen bir tür olduğu için, Kuyûd-u Hakaniyye, yani devlet kayıtlarında ve maliye işlerinde, görev sahiplerine verilen timar ve zeamet, maaş, berat ve fermanlarının kayıt işlemlerinde önceleri kullanılmış, sonra bırakılmıştır.

Rik’a süratle yazılabildiği için iyi bir buluş olarak devlet dairelerinde, resmi işlerde ve her yerde herkes tarafından uygulanmış, tâ’lik yazı ise son devirlere kadar meşihat dairesinde ve edebi eserlerde şiirle ilgili notlar ve yayınlarda kullanılmıştır. Böylece her hattın kendine özgü bir kullanılma yeri vardır. Bütün yazıyla uğraşanların ve ilgilenenlerin kabul ettikleri bir gerçek vardır: Türkler bu yazıyı aldıktan sonra ona kendi zevk inceliklerinden öyle şeyler katmışlar ve öyle geliştirmişlerdir ki, özellikle en çok kullanılan sülüs, nesih ve celî yazıların gelişmesinde, bütün İslâm ülkeleri ve ulusları içerisinde üstün bir yere erişmişler, İslâm bilim ve uygarlığına en yüce, en değerli eserlerin kazandırılması hizmetini başarmışlardır.
 
Türkler, zevk-i selim erbâbını hayran ve sitayişhân edecek derecede zarif, latîf, metin, dilnişin, nefis, nazar rüba yazılar yazmışlardır ki Arap, Acem ve diğer Müslüman milletler arasında ortaya çıkan hattatlar hiçbir devirde bu mertebeye yaklaşamamışlardır. Tâ’lik yazı, eski İran’da kullanılan ve “Pehlevi hattı” denilen yazı türünün düzeltilmesi ve geliştirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Tebrizli Mir Ali bu yazıyı ortaya çıkaran kişi olarak ün yapmıştır. Sonra İmâd bu yazı türünü daha da geliştirerek kendisine “yazının direği” denilmesini sağlayacak bir düzeye ulaşmış, büyük bir hizmette bulunmuştur. Eskiler tâ’liki bir “dilber-i bürehne”ye yani giysisi olmayan bir güzele benzetirler. Çıplak güzelliğiyle ayrı bir yeri olan bu dilber, yazıyı ortaya çıktığı İran’daki güzelliğinde yazan Türkler arasında da nice hattatlar unutulmayacak özellikte ve güzellikte yazılar bırakmışlardır. Sonradan Şeyhu’l-İslâm olan Veliyyu’d-din Efendi’ye “İmâd-ı Rûm” lakabı takılmıştır.

Eski çağlarda, İslâm âleminde resme ilgi gösterilmediği için yazı, güzel sanatların en önemlisi sayılmış, geliştirilmesi için büyük himmet ve çaba harcanmıştır. Halkı da özendirmek amacıyla Türk hükümdarlarından, şehzadelerinden, özellikle Osmanlı padişahlarından, devlet ve bilim adamlarından pek çoğu güzel yazı öğrenmiş ve nefis yazı örnekleri bırakmışlardır. Camilerimiz, kütüphanelerimiz ve müzelerimiz bu güzel yazılarla doludur.
 
Halkın kültürlü kesimi “hüsn-i hat” (güzel yazı)'ta pek çok ilgi göstermişler, hemen her evde dini, edebi, felsefi güzel sözler, öğütler, şiirler odaları, salonları, duvarları süsler hale gelmiş, zevk sahibi kimseler bunları tezhib ve yaldızlarla da süsleterek bir kat daha değerli hale getirip gönüllere hitab eden, gözleri ışıklandıran yazı ve tezhip sanatı harikalarının doğmasını sağlamışlardır. O dönemlerde yazının gelişmesi, yayılması ve rağbet görmesi dolayısıyla büyük bir çoğunluk, hattatlıkta ve bu eserleri tezhib ederek müzehhiblikle, kâğıtçılık, kâğıt âherciliği, ebruculuk, mürekkepcilikle, yazı ile ilgili hokka, divit, kubur kalemdân, kalemtraş, kâğıt makası, makta, yazı altlığı, cilbent, kamışkalem gibi şeylerle geçimini sağlar olmuştur. Basımevlerinin çoğalması ise el yazışma ihtiyacının azalmasına, dolayısı ile güzel yazının sadece zevk sahiplerinin rağbetine kalmasına, yazı ile hattatlıkla geçinenlerin gittikçe azalmasına yol açmıştır. Bu sanatımız şimdilerde zevk sahipleri ve bazı resmi kuruluşlarımızca yürütülmeye çalışılmaktadır.

İkiden fazla noktanın yan yana gelmesinden “hat” meydana çıkmaktadır. Hat, sözlüklerde “çizgi” anlamına gelmekte, çizgiler şekillenerek yazıyı meydana getirmektedir. Yazının ilk olarak nereden çıktığı konusu bilinmemektedir. Ancak, yazı elin dilidir. “Hilkat-i beşer”le yani “insanın yaratılışı ile çağdaş sayılacak kadar eski bir geçmişe sahiptir” denilmektedir.
En eski yazı türleri eski Mısır’ın hiyeroglif yazısı, “Hatt-ı mıhî” denilen çivi yazısı, eski Fenikelilerin yazısı, Eti ve Uygurların yazıları, Çin, Latin ve Arap yazıları gibi yazılardır. Arap yazısı, İslâmiyet’in yayılması ile bütün Arap kavimleri, Türkler, İranlılarca kabullenilip İslâm yazısı haline getirilmiş ve geliştirilmiştir. Fakat bu gelişme yüzyıllarca süren büyük çabalarla ve çok yavaş bir biçimde olmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’de Kalem Sûresi’nin birinci ayetinde “Nûn ve kalem ve ehl-i kalemin satıra dizdikleri ve dizecekleri hakkı için” diye, kalem ve yazıya Allâh’ın yemini vardır. Bu bakımdan ve Hakk’ın kelâmını insanlara ulaştıran araç oluşundan, İslâm’da yazı büyük bir öneme, saygınlığa sahiptir. Kur’ân-ı Ke-rîm’in nazil oluşundan sonra onun yayılması için yazının ilkel şeklinden çıktığı, gittikçe daha geniş alanlara yayıldığı, daha sanatlı biçimler aldığı görülmektedir. İslâm’da bilgiye, ilk İslâmi buyruk olan “Oku” buyruğu nedeniyle okumaya verilen önem pek büyüktür. Onun için büyük İslâm Peygamberi Hazret-i Muhammed, “bilginlerin harcadıkları mürekkeple, şehitlerin kanları tartıldı, mürekkep ağır geldi” ifadesiyle İslâmiyet’in bilgiye verdiği önemi, en büyük rütbelerden olan “şehadet”in üstünde göstermektedir. Ayrıca “ilim rütbesi bütün rütbelerin üstündedir” buyurarak bilginin değerini tam an-lamıyla ortaya koymaktadır. Böylece de bilimin, okumanın aracı olan yazı, büyük bir önem kazanmış bulunmaktadır. “Yazılmayan her şey yok olmaya mahkûmdur” sözü bir atasözü olmuştur. Bir bilgin “insanların akılları kalemlerinin ucundadır. Ezberlenen bir gün bellekten silinir gider; yazılarsa kalır” diyerek yazmak gerektiğini, bilginin sonsuzluğunu yazı ile sağlayabileceğimizi belirtmektedir. Kutsal kitapların, özellikle Kur’ân-ı Kerîm’in dine çağrı mektuplarının, İslâmi kuralların her tarafa duyurulması, yayılması ancak yazının güzelliğiyle, rahat okunabilir bir hale gelmesiyle sağlanabilecektir. Bu bakımdan “Vahiy” kâtiplerinden sonra İslâm halifeleri bile bu konuya eğilmek zorunluluğunu duymuşlardır.

Hazret-i Osman’ın, Hazret-i Alî’nin Kûfi el yazıları ile ve deri üzerine yazılmış Kur’ân-ı Kerîm nüshalarının çoğaltıldığını, müzeler ve kütüphanelerde günümüze kadar gelen “ba hatt-i Osman ibn-i Affân Radiyallâhû Anhü” (Affan’ın oğlu Osman hattı ile Allâh ondan razı olsun), “ba hatt-i Alî Kerremallâhû veche” (Hz. Alî hattı ile Allâh onun yüzünü nurlandırsın) diye kayıtlı Kur’ân nüshalarından öğrenmekteyiz.
Kur’ân’ın en eski nüshalarından çoğu, İstanbul müze ve kütüphanelerindedir. Topkapı Sarayı’nda “mübarek emanetler” bölümünde bulunan nüshanın en eski Kûfi yazıya örnek olduğu bilinmektedir. Ayrıca çeşitli koleksiyonlardaki sayfalar halinde bulunan deri üzerine Kûfi hatla yazılmış Kur’ân-ı Kerîm’den bölümler, kutsal oluşu nedeniyle armağan olarak çeşitli İslâm büyüklerine dağıtılmış, sonra ayrı ayrı yerlerden koleksiyonlara derlenmiş kutsal emanetlerdendir. Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde, Süleymaniye Kütüphanesi koleksiyonlarında ve yurdumuzda eskiden kültür merkezliği yapmış illerimizdeki koleksiyonlarda bu kutsal emanetlere rastlanmaktadır
 
Hat sanatının beşiği olan Amasya’da büyük din adamlarımıza sunulmuş Kur’ân-ı Kerîm’den bölümler, cüz’ler vardır. Çelebi Sultan Mehmed’in hocası Pîr Şücâeddin İlyâs-ı Halveti’ye sunduğu ve Hazret-i Osman hattı olduğu sonunda kayıtlı kûfi hatla ve bütün Lafza-i Celâl (Allâh isimleri)’in altında yazılmış olduğunu gördüğümüz “Sad” sûresinden nihayete kadar olan Kur’ân-ı Kerîm’in sonunda “bunu yazmakla Osman ibn-i Affân Allâh’a yakîn oldu. Allâh onu mağfiret buyursun” diye bir kayıt bulunmaktadır. Ayrıca İlhanlılardan Hüdâbende Muhammed adına yazılmış Kur’ân-ı Kerîm cüz’ü ile Selçuklu cüz’ü, Kur’ân yazısında İslâmiyet’in ilk devirlerde bile ne kadar güzel yazılmış eserlere sahip olduğunu göstermektedir.

İlk devirlerin Ma’kili yazısı pek uzun zaman devam etmemiş, köşeli çizgilerden oluşan bu hat, yerini bazı yerleri daha yuvarlak kısımlardan ve yazma kolaylığı biraz daha fazla olan Kûfe’den ortaya çıktığı için de “hatt-ı kûfi” denilen yazıya bırakmıştır. Buna “ümmü’l hutüt” (yazıların anası) denilir. Öbür yazı türleri ise bundan çıkmıştır ve uzak yakın bununla ilgilidir denilmektedir. Kutsal kitaplar, genel olarak deri üzerine veya çeşitli yaprakların kâğıt gibi bir hale getirildiği yüzeylere bu yazı türüyle yazılmıştır. Sonra tarih, Abbasilerin yazıyı daha okunabilir, daha kolay yazılabilir bir biçime getirme çabalarına tanık olmaktadır. Vezir ibn-i Mukle, kûfiden sülüs ve neshe geçme dönemini başlatmıştır. Sonra ibn-i Hilâl veya ibnu’l-Bevvâb denilen ünlü kişi bu gelişmeyi sağlamış, artık onun zamanında yazı estetik güzellik yoluna girmiştir. Yazdığı nefis Kur’ân-ı Kerîm Dublin’de Chester Betty Kütüphanesi’ndedir.
 
Amasya’dan yetişerek bilgisi ve yazıdaki üstün yeteneğiyle Halife’nin dikkatini çeken ve onun yakınlarından olabilen Yâkutü’l-Musta’sımi uzun ömründe yazıda devrim yapmış, bir hat ekolu başlatmıştır. “Aklâm-ı sitte” veya “şeş kalem” (altı çeşit yazı) stilini başarı ile uygulayan Yâkut’un yazdığı yazılar, Kur’ânlar ağırlığınca altın ve yakut değerindedir. Aklâm-ı sitte; sülüs, nesih, muhakkâk, reyhâni, tevkii, rıkaa diye kaydedilmekte, hatla ilgili diğer bazı eserlerde tevkii yerine tâ’lik alınarak kaydedilmiş bulunmaktadır. Yâkut’un yetiştirmiş olduğu hat sanatkârları onun meydana getirdiği bu yeni gelişmiş yazı biçimini bütün İslâm dünyasına yaymayı başarmışlardır. İslâmi güzel yazı, bilim eserleriyle daha geniş alana yayılmıştır. Gazneli Türkler ve Selçuklularda İslâmi yazı, yalnız bilim eserlerine değil, yaşamın tamamen içine girmiştir. Mimari eserler yazılarla süslenmeye başlanmış, yazı herkesin rahatça göreceği boyutlar kazanmıştır. Gittikçe asli yazılardan yeni değişikliklerle çeşitler türetilmiştir. Aklâm-ı sitte’den yani altı çeşit yazıdan önceleri 12, sonra yeni eklemelerle 46, hatta Tuhfe-i Hattâtîn’e göre 54 hat türü ortaya çıkmıştır. Yazı türlerinin bu kadar çoğalması, ancak ona verilen önemle açıklanabilir. Osmanlılar da yazıya çok büyük önem vermişlerdir. Bunu Anadolu’da ve Edirne’deki geçiş mimarisi eserlerinde, Yıldırım ve Çelebi’nin eserlerinde görmekteyiz. Çelebi Sultan Mehmed’in oğlu Amasya doğumlu II. Murad devrinde yazılmış olan kitaplar ve Kur’ân nüshaları artık yazıya Türk zevkinin egemen olduğunu gösteren izler taşımaktadır.

İstanbul’un alınışından sonra, kendisi büyük bilgin düzeyinde kültürlü olan Fatih Sultan Mehmed’in zamanında bilim adamlarına, hattat ve müzehhiblere büyük bir önem verilmiş, devletin saygınlığıyla birlikte bilim ve kültür de çok gelişmiştir. Saray’da kitap sanatları en yüksek düzeyi bulmuştur. Zamanın hat üstadları Hace Yahya-i Rûmi ve Alî ibn-i Yahya Efendiler’dir. Fatih Sultan Mehmed Han’in oğlu 2. Bayezid,  şehzadeliğinde 28 yıl Amasya Valisi olarak bulunmuştur. Bu süre içinde büyük sanat dehası Şeyh Hamdullah’la karşılaşarak onu özendirmiş, ondan hat dersi alarak onurlandırmıştır. Şeyh, hemşehrisi Yâkut gibi yazıda devrim yapmış, kamış kalemin açılışından başlayarak Şeyh Hamdullah biçimini ortaya koymuştur. Kendisine “Kıbletü’l Kuttab (Hattatların yöneldiği tarz sahibi) Hazret-i Şeyh Hamdullah Efendi” deniliyordu. Özellikle sülüs ve neshi kendine özgü yeni bir özelliğe, her tarafı aynı kalınlıkta olan harflerin kalınlıklarını değiştirerek yazıya hareket kazandırmıştır.

Böylece Yâkut dönemi kapanmış ve Şeyh Hamdullah ekolü başlamıştır. Onun için  "Tuhfe-i Hattâtîn, Türk El Sanatları” adlı kitaptaki yazı (Hat Sanatı) bahsinde “160′i  bulan yazı türlerinin kaynağı Aklâm-ı Sitte diye adlandırılan ana çeşitlerdir ki bunların da yaratıcısı Hattat Yâkut’tur” denilmektedir. “Şeyh oğlu Hamdi hattı ta kim zuhûr buldu, âlemde bu muhakkak nesh oldu hatt-ı Yâkut” denilmektedir. Öyle ki zamanımıza kadar yazıda onun üslûbu süregelmiş, bütün büyük hattatlar yazılarını onun yazısına benzetmeye, onun gibi yazmaya çaba göstermişlerdir. Başarıları derecesinde, şeyh gibi yazdı, şeyh-i sâni, (ikinci şeyh), şeyh-i sâlis (üçüncü şeyh) gibi unvanlara sahip olmuşlardır. Öyle ki, onun mezarını ziyaretle yazıya başlıyor, vefatlarında yakınına gömülme isteğini vasiyyet ediyorlardı. Bu yüzden Karacaahmet’teki mezarının çevresi yüzyıllar boyunca hattatlar cenneti haline gelmiş bulunmaktadır. Bayezid-i Veli, döneminde böyle bir yüce sanatkâr bulunmasından övünç duyuyor, ona en büyük saygıyı gösteriyordu. Bir gün yazı yazarken O’nun yanında ayakta durarak mürekkebini tuttuğu halen söylenmektedir. Bu büyük üstâd kendi soyundan kişilerle birlikte pek çok yetenekli insanı birinci derecede hattat olarak yetiştirmiştir. Oğlu Mustafa Dede, oğlu Derviş Muhammed, torunu Şeyh Derviş Mehmed Said, damadı Şükrullâh Halife, torunu Pîr Mehmed ibn-i Şükrullâh hepsi ünlü hattatlardır. Uzun, şerefli ömrü bolluk ve bereket pınarı gibi halkına, dinine hizmet, Allâh’ına ibadetle geçmiştir. Yazdığı kırk yedi Kur’ân-ı Kerîm’den Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan değerli bir tanesinin sonunda “bunu ömrümün seksen dokuzuncu yılında yazdım, başım titriyordu” diye kayıt koymuş bulunmaktadır. Fakat çok yetenekli ellerinin titremediği, o yaşta bile yazısını büyük bir ustalıkla yazmış olduğu görülmektedir.

Kanuni Sultan Süleyman döneminin büyük hattatı Ahmed Karahisari’dir. Bırakmış olduğu sanat  şaheserlerinden bu hattatın da çok üstün bir sanatkâr olduğu, yazıda Yâkut üslûbunu benimsediği, öğrencisi Hasan Çelebi ile birlikte döneminin bütün sanat eserlerinde iz bıraktığı görülmektedir. Yazıda kullandığı üslup, Şeyh’in ortaya koyduğu biçim karşısında bırakılmıştır. Şeyh Hamdullah üslûbunda sülüs ve nesih daha çok kullanılmıştır. Sultan Ahmed ve II. Mustafa’ya hat hocalığı yapmış olan Hâfız Osman, bu üslûbu en yüksek düzeye çıkararak yazdığı Kur’ân’larla yazı biçimini İslâm dünyasına yaymıştır. Kendisine şeyh-i sani (ikinci şeyh) denilmektedir. Abdullah Derviş Ali, Suyolcuzâde Mustafa El Eyyûbi, Sultan III. Ahmed, önce Hâfız Osman Efendi’den ders almışlar, sonra da Yedikuleli Seyyid Abdullah Efendi’den hat dersini tamamlamışlardır. Şeyh-i sâni Hâfız Osman Efendi, Sultan II. Mustafa’nın hat hocasıdır, Yedikuleli Seyyid Abdullah Efendi, Eğrikapılı Mehmed Rasim Efendi, Şekerzâde Mehmed Efendi, Sultan III. Mustafa, Şekerzâde’den hat öğrenmişlerdir. Sonra Saray-ı Hümayûn hocası Üstâd-i Ekrem İsmail Zühdü Efendi ve kardeşi Hâce-i Hazret-i Şehriyari Kazasker Mustafa Rakım Efendi yazı alanında birbirinden güzel şaheserler ortaya koymuşlardır. Sultan II. Mahmud’a hat hocalığı yapan Rakım Efendi padişah tuğralarını bugünkü estetik ve zevk üstünlüğüne getirmiş olan kişidir. Onun yaptığı celî, sülüs istifler, insani hayretlere düşüren bir özellik taşımaktadır. Sonra Keçecizade diye ünlü Saray-ı Hümayûn hocası Elhac Mehmed Vasfi Efendi gelmektedir. Kazasker Mustafa İzzet Efendi, onun sevgili öğrencisi Şefik Bey, Hulusi Efendi, Mehmed Şevki Efendi, Sami Efendiler artık 19. yüzyıl hat sanatımızda şeyh yolunun en üst seviyedeki hat ustaları, İstanbul yazı ekolünün zirvedeki isimleri olarak pek değerli sanat şaheserleri bırakmışlardır. Bu dönemin ünlü hattatı Abdullah Zühdi Efendi’nin Medine’de Hazret-i Peygamber’in mescidine yazdığı yazılar o kadar olağanüstüdür ki, İslâm ülkelerinden gelip bu yazıyı görenler “bunlar insan eliyle yazılamaz, bunu Yüce Allâh’ın melekleri gökten indirip kanatları ile buraya monte etmişlerdir” diyerek hayranlıklarını belirtmektedirler. Mescidi ziyaretimizde yazıların bu söze hak verdirecek üstünlükte olduğunu biz de görmüş bulunuyoruz.
  
Kaynaklar
Başlangıçtan Günümüze Türk Hat Sanatı (Muammer Ülker)
Altın Satırlar: Sakıp Sabancı Müzesi’nden Osmanlı Hat Sanatı
(Dr. Filiz Çağman)

 

Gubârî Yazı
Çıplak gözle okunamayacak kadar küçük bir yazı çeşididir. Arapça “toz” mânasındaki “gubâr“ kelimesinden türetilen ve “toz gibi” anlamına gelen gubârî hattı kaynaklarda “gubârü’l-hılbe”, “kalemü’l-hilbe”, “kalemü’l-cenâh” olarak da anılır. Kalkaşendî, karakteri rikā‘ ve nesih yazılarına daha yakın olması sebebiyle gubârîyi bu iki yazının karışımından meydana gelmiş bir hat çeşidi olarak gösterir. Ancak gubârî, müstakil bir yazı cinsi değil her çeşit hattın çok ince yazılan biçimidir. Kalkaşendî’nin gubârîyi böyle nitelendirmesi, rikâ‘ ile nesihin diğer hat türlerine göre daha küçük boyda yazılardan olması sebebiyledir. Aynı müellif, Arap yazısını ıslah etmek için bazı kurallar koyan Arap veziri ve hattatı İbn Mukle’nin rivayetine dayanarak gubârînin harflerinde yuvarlaklık bulunduğunu bildirirken rikâ‘ yazısını kastetmekte, dolayısıyla onun çok küçük yazılan şekline “gubârî” dendiğine işaret etmektedir.

Gubârî, çok küçük yazılması sebebiyle her çeşit yazıya uygulanabilirse de yapı itibariyle daha ziyade nesihle birlikte nesta‘lik ve rikā‘ yazılarına daha uygun düşmektedir. Nitekim Habîbullah Fezâilî, İranlı nesta‘lik hattâtı Ali Herevî’nin “Midûdü’l-hutût” adlı risâlesinde her yazının çok küçük yazılan şekline gubârî dendiğini nakletmektedir (Atlas u Hat, s. 281).

Eskiden posta vazifesi gören güvercinlerin kanadına bağlanan mektuplar gubârî hattıyla yazıldığı için bu yazıya “kalemü’l-cenâh” (kanat yazısı) adı da verilmiştir. Cepte taşınacak veya savaşta sancaklara takılacak kadar küçük boydaki mushaflarda ve içleri boş iri harflerin iç kısmına âyet ve hadîslerin yazılmasında gubârî yazı kullanılmıştır. Bugün pek çok evin duvarlarını süsleyen, büyük boydaki bir tabaka kâğıda sığdırılacak şekilde yazılmış Kur’ân-ı Kerîm levhaları ile “yâsîn” (يس) kelimesinin içine sığdırılmış Yâsîn Sûresi levhaları bu yazı için örnek teşkil etmektedir.

Tarihte bu yazıyı iyi yazdığı için “gubârî” unvanını ve mahlasını kullanan hattat ve şairler vardır. Bunlardan, İstanbul’da Sultan Ahmed Camii’nin celî yazılarını yazan Seyyid Kasım (Ö. 1034/1624-25) bir pirinç tanesinin üstüne İhlâs Sûresi’ni yazmış ve bundan dolayı “Gubârî” unvanıyla meşhur olmuştur. Şeyh Hamdullah’ın oğlu Mustafa Dede’nin talebesi olan Akşehirli Abdurrahman Gubârî de (Ö. 974/1566) hem hattat hem şair olarak aynı mahlası kullananlardandır.

Bu kabil yazıların sanat kıymeti inceliklerindendir. Gelişi güzel yazılamayacağı cihetle, sanatkâr olmayanlar bu yazıyı yazmaya pek de muvaffak olamazlar. Sokollu Mehmet Paşa’nın bilye şeklinde Hürmüz incilerinden bir tesbihi vardı. 99’luk bu tesbihin şahane inci taneleri üzerine gubârî hat ile Kur’ân-ı Kerîm’in tamamı yazılı idi. Ancak özel büyüteçle okunabildiğini söylemek, bu hat türü ve hattatının sabır ve mahareti hakkında bir fikir verir.

Yazımıza konu ettiğimiz Sivaslı Hattat Mehmet Nuri Efendi de bu kabil hattatlarımızdandır. Eserleri incelendiğinde ne denli bu hat çeşidinde maharetli olduğu anlaşılır. Hayatı hakkında yeterince bilgiye sahip değiliz. Ancak eserleri üzerine attığı imza ve tarihlerden anlaşıldığına göre Milâdi 1890’lı yılların başında yaşadığı anlaşılmaktadır. Süleymaniye Kütüphanesi’nde 196 envanter numarası ile kayıtlı bulunan levhada “Dâirei Meşihat mektubu kalemi hulefasından Abdüddâi Mehmet Nuri H.1341” ibaresi vardır. Bu ketebeden hattatımızın yaşadığı yıllar ve mesleği hakkında bilgi edinmiş oluyoruz. Merhum hattat Bekir Pekten Hocaefendi’den gelen rivayet de bunu doğrulamaktadır. Ayrıca hattatımıza ait mevcut yazıların tamamının tarihi 1301 ile 1350 Hicri yıllarını göstermektedir. Mehmet Nuri Sivasî, hat sanatında klasik formların dışına çıkarak ta’lik ve sülüs hatların içini büyük bir sabırla gubârî yazılarla doldurmuştur.

Kaynak

Mahmut Yazır, Eski Yazıları Okuma Anahtarı, 1942, S.117

Hasan Özönder, Ansiklopedik Hat ve Tezhib Sanatları Sözlüğü, 2003, S.59

Ali Alparslan, İslam Ansiklopedisi, C.14, S.167

Z.Cihan Özsayıner, Art Decor, 10/2001, S.130

 

 Tuğra

Tuğra, Osmanlı padişahlarının imza mahiyetinde kullanmaya başladığı bir formdur. Sonraları ise sultana özgü tüm alanlarda, eşyanın, mekânın veya ifadenin en yüksek yönetsel erke mahsus olduğunu ifade eden bir sembole dönüşmüştür. Osmanlı padişah vesikalarında “nişan-ı şerif-i alîşân, misâl-ı meymun, alâmet-ı şerif, tuğra-yı garâ” gibi isimlerle de geçen tuğra, Osmanlı tuğrakeş ve hattatlar eliyle işlenerek güzelleşmiştir. Üçüncü Ahmet Han gibi bazı padişahların tuğralarını bizzat kendileri sanatlı bir şekilde yazmışlardır.

İlk defa Orhan Bey (1326-1359) zamanında görülür. Bildiğimiz tuğra formunun temelini oluşturan bu form, tuğradan çok bir imza istifi olarak görülebilir. Orhan Bey’in tuğra kullanımını Anadolu Selçukluları’ndan aldığına yönelik bazı yorumlar da vardır (Orhan Bey’in tuğralarından biri H.724 Rebiulevvel, diğeri ise H.749 Rebiulahir tarihlidir). Tuğranın ilk örnekleri, padişahlar arasında babadan oğla farklılıklar ve hızlı bir gelişim gösterir. Daha sonra Murat Han’dan itibaren tuğralara hükümdarların adları ile birlikte babalarının adları da yazılmaya başlandı (Orhan Gazi ile oğlu, Murat bin Orhan; Emir Süleyman bin Bayezid gibi). Aynı dönemde tuğralardaki üç keşide ve çifte kavisli şekil de görülmeye başlanmıştır. Murad Han döneminde basılan paralarda da tuğra kullanılmıştır. Çelebi Mehmed’den itibaren Han sıfatı da ilave edilen tuğra formuna, Sultan II.Murat Han döneminde ise cümle-i duaiyye (dua cümlesi) olarak (muzaffer daima) veya (el-muzaffer daima ) cümleleri de yazılmıştır.

Osmanlı padişahlarının tuğrasını buna mahsus vezir taşırdı. Basılması Sultan Orhan Han zamanında olan altın paraların ve gümüş paraların bir yüzünde tuğra, arka yüzünde basıldığı şehrin adı ile padişahın tahta cülus ettiği yıl yazılırdı. Tuğra, kâğıtların ve yazıların büyük, orta ve küçük oluşuna tabi olup yazı ve kâğıtlarla mütenasip bir büyüklükte çekilirdi. Tuğraların sağ tarafına çiçek koymak veya mahlas yazmak âdeti sonradan ihdas edildi. Bu âdet Sultan ll.Mustafa Han (1695-1703) zamanında olmuştur. Sultan ll. Mahmud Han’ın son yıllarında da tuğra hat ve istif olarak en mükemmel şeklini almıştır. Bu padişahın iyi bir hattat olduğu bilinmektedir. Bu sebeple, büyük ihtimalle tuğra formunun bu gelişimi bizzat II. Mahmud’un yeteneğine de bağlanır. Padişahların tuğraları; nâme-i hümayun, ferman, berat, menşur, ahitnâme gibi belgelerin üstüne ve ortaya; paralara, defterhâne defterlerinden arazi defterleri, tımar defterleri ve bunlar gibi resmî defterlerin başlarına (bugünkü noter tasdiki gibi) çekilirdi. Daha sonraları bir arma olarak senetlerde, pullarda, bayraklarda, nüfus kâğıtlarında, binalarda, çeşmelerde, camilerde, imaret kitâbelerinde yapılarak genelleşti.

Tuğranın Yapısı

Bir tuğraya baktığımızda dört belirgin bölüm göze çarpar;

1.Sere veya Kürsü

2.Beyze (yumurta)

3.Tuğ veya Elif

4.Hançere veya Kol

1.Sere-Kürsü: Halk arasında “sele” de denilen, sözlük anlamı açık duran başparmağın ucundan işaret parmağının ucuna kadar olan uzaklık demek olan “sere” veya “kürsü”, metin kısmıdır ve tuğranın kaidesini oluşturur. Burada padişahın adı, babasının adı, “şah” kelimesi, “han” kelimesi, “el-muzaffer” dua cümlesi yazılıdır.

2.Beyze: “Bin” ile “han” kelimelerinin “Nûn” harfinin kıvrılmasıyla meydana gelen ve iç içe yazılan iki kavise denir. İç beyze ve dış beyze adı verilen bu iki kavis tuğranın sol tarafındadır. “Daima” kelimesi iç beyzenin ortasına yazılır.

3.Tuğ veya Elif: Tuğranın yukarıya uzanmış olan mızrak şeklindeki çekmeye (elife) verilen addır. Bunların üzerine kurdele gibi çekilen kıvrımlara “zülüf” veya “zülfe” adı verilir.

4.Hançere veya Kol: Beyzelerin devamı olan ve “el-muzaffer” kelimesinin üzerinden geçerek tuğranın sağına doğru paralel iki çizgi halinde uzanan kısma denir.

Tuğra nedir?

Divanü-lügât-it-Türk’de tuğranın aslı Oğuzca “Tuğrağ” olup bunun hükümdarın basılmış nişanı olduğu ifade edilmiştir. Anadolu lehçesinde kelimenin sonundaki (ğ) okunamadığından “tuğra” ifadesi yaygınlaşmıştır. Türkçe olan tuğranın Farsçası “nişan” (alâmet, iz, işaret) ve Arapçası “tevkî” (etki, iz bırakma, buyurma)’dır. Yazılı belgelerdeki ifadelerden Büyük Selçuklularda ve Anadolu Selçukluları’nda da –kavisli- tuğraların varlığını öğreniyoruz. Ancak şekillerini ancak Anadolu beyliklerinde ve Osmanlılarda görmekteyiz. Beyliklerde bilinen en eski tuğra resmi Saruhan oğlu İshak bey’in (776 H. 1374 M.) tarihli gümüş parasında vardır. Tuğra, Büyük Selçuklulardan Eyyûbiler aracılığı ile Memlûklere geçmiştir. Ancak Memlûklerdeki tuğralarda da hükümdarın ve babasının ismi tuğrada var olmakla beraber kavisler yerine, bir satıra yazılan yazıda abartılı miktarda keşidelere (harf uzantısı dikey çizgiler) ağırlık verilmiştir. Memlûklerde tuğra, ilgili belgeler üzerine yazılmaz; önceden yazılıp kesilmiş tuğralar belgenin üzerine yapıştırılırdı.

Osmanlılarda Tuğra

Osmanlılarda da tuğra, sultanların göz alıcı kaligrafik nişan, alâmet veya arması, bir çeşit imzasıdır. Sultanın ve babasının adını ve çoğunda “el-muzaffer daima” dua ibaresini içerirdi. Örneğin Kanuni Sultan Süleyman’ın tuğrasında “Süleyman şah bin Selim şah han el-muzaffer daima” yazmaktadır. Tuğra bizatihi sultan tarafından yazılmayıp nişancı veya tuğrakeş veya tuğrâî veya tuğranüvis veya tevkiî denilen görevlilerce yazılırdı. Yetkisiz tuğra çekilemezdi. Tuğralar bazı sultanların mühürlerine de kazılmıştır. Osmanlılarda gereği halinde sınır boylarındaki eyaletlerde bulunan vezirlerin aradaki mesafenin uzaklığına ve siyasi nedenlere bağlı olarak önemli konularda tuğra çekmelerine izin verilmiştir. Tuğrakeş vezir denilen bu eyalet valilerinin tuğra çekmek yetkileri Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın sadaretine kadar devam etmiş ve onun son zamanında kaldırılmıştır 1640-43 M.). Osmanlı tarih belgelerinde geçen “tevki-i hümâyun” “tevki-i refî” “tevki-i refi-i hümâyun” “nişân-ı şerif-i âlîşân-ı sultanî” “tuğrây-ı garrâ” “tuğrây-ı garrây-ı sâmi mekân-ı hâkanî” “nişân-ı hümâyun” “tuğrây-ı meymun” “misâl-i meymun” “misâl-i hümâyun” “nişân-ı şerîf-i âlîşan” “alâmet-i şerîfe” gibi deyimlerin hepsi de tuğra demektir.

Hükümdar ve şehzade tuğralarından başka vezir-i azamın ve eyaletlerdeki vezir, beylerbeyi ve sancak beylerinin hükümet ve eyalet işlerine ait belgelerde imza yerine geçmek üzere tuğrayı andıran “pençe” tabir edilen alâmetler kullandıkları görülmektedir. Bunun Osmanlılarda hangi tarihte başladığı ve Osmanlılardan önce de kullanılıp kullanılmadığı belli değildir. Pençe, yazılan şahısların derece ve önemlerine göre belgenin sağ kenarının başına veya ortasına veya imza yerine belgenin sonuna Arap harfleri ile çekilirdi. Eğer belge Batı dillerinden biri ile yazılmışsa o zaman pençe belgenin sol tarafına çekilirdi. Pençeler tuğradan farklı olarak tek kavislidir. Çift kavis ancak tuğralarda olup başkaları çift kavis çekemezlerdi. Sadrazamların buyruklarına pençe koymaları XIX. yüzyıl ortalarından sonra yerini resmi mühre bırakmıştır. Vezir-i azam, vali ve beylerbeylerinin pençe ve resmi mühür ile onayladıkları emirlere “buyuruldu” denilirdi. En eski Osmanlı tuğrası ikinci Osmanlı Sultanı Orhan Gazi’ye aittir. Bu tuğrayı taşıyan iki belge bulunmuştur. Birinci Sultan Osman Gazi’ye ait bir tuğraya günümüze dek hiçbir yerde rastlanmamıştır. Bu nedenle 36 Osmanlı padişahı ama 35 Osmanlı padişah tuğrası vardır. Ancak Osman Gazi’ye ait bir tek sikke (para) bulunmuştur ve bunda “Osman bin Ertuğrul bin Gündüz Alp” ifadesi yer almaktadır. Tuğraların büyük Selçuklulardan Anadolu Selçukluları ve beylikleri aracılığı ile Osmanlılara geçtiği kabul edilmektedir. Tuğralar, Osmanlı devletinin kuruluşundan yıkılmasına kadar çok çeşitli yerlerde kullanılmış, hat sanatında bir kol olmuş ve resmi görevini tamamladıktan sonra tarihe mal olmuştur. Hâlen hat sanatını icra edenlerce sanatsal amaçlı olarak yaşatılmaktadır. Önceleri ahitname, nâme-i hümâyun, berat, menşur ve fermanlar gibi pek çok resmi evrak üzerine resmiyet kazandırmak için çekilen tuğra daha sonraları hükümdarlık (hanedan) sembolü olarak paralarda ve yine bu ilk devirlerde (on beşinci asır) defterhane defter ve kayıtları başında ve daha sonra ise bir arma olarak bayraklar, pullar, senetler, nüfus tezkereleri, pasaportlar, resmi âbideler, resmi binalar, savaş gemileri, çeşmeler, imâretler, camiler ve saraylarda da kullanılarak genelleşmiştir.

Tuğra Türklere özgüdür. Tuğranın şekli kendine mahsustur. Ne herhangi bir şey tuğraya benzer, ne de tuğra herhangi bir şeye. Her tuğrada bir yandan alışılmış tuğra şeklini korumak, diğer yandan her sultanın künyesini bu şekille barıştırmak. Zor bir sanat... Osmanlılarda Orhan Gazi’den Sultan Vahideddin’e kadar tekrarlanan ve değişen parçalarla tuğraların estetik evrimini izlemek çok ilgi çekicidir ve bu haliyle tam Osmanlı tuğra serisi bir sanatın tarihinin 600 yıllık film şeridi gibidir. İlk yirmi kadar Osmanlı tuğrasının sanatsal açıdan olmasa da tarihsel açıdan önemi vardır. Yalnız bunlar içinde yedinci padişah Fatih’in ve onuncu padişah Kanuni’nin tuğraları kendilerinden önceki ve sonrakilere göre estetik ve şekil açısından birer sivrilme yaparlar.

Tuğra simgesel anlamı ile belgelerin başında yer alırdı, sonunda değil. “Tuğra” kelimesi Osmanlıdan önceye dayansa da ve yine tuğra benzerleri daha eski Türk devletlerinin belgelerinde kullanılsa da Osmanlı tuğralarının kendilerinden öncekilerle isim benzerliği dışında ortak yanı pek yoktur. İlk Osmanlı tuğrasının sahibi Orhan Gazi’nin tuğrasında yazılı Orhan ve Osman kelimelerinin yazılış şekli kendinden sonra gelen tuğraların iskeletini oluşturmuştur. Belge üstündeki tuğranın büyüklüğü, belge kâğıdı ile yazıların durumuna bağlı ve bunlarla uyumlu olurdu. Tuğraların sağ tarafına çiçek koymak veya mahlas yazmak usulü sonradan meydana çıkmıştır Tuğralar bir arma olarak olgunlaşmış halini aldıktan sonra hattatlar sanatsal boyuta geçerek hep daha güzelini yazmaya çalışmışlardır.

Sanatsal tuğra tabloları halinde padişah tuğraları dışında yakın zamanlarda Kur’ân-ı Kerîm’den âyetler, hadisler, dualar, şahıs isimleri vb. de yazılmıştır. Bir padişahın tuğrası kabul gördükten sonra saltanatı boyunca içeriği değişmezdi. Ancak farklı ellerden farklı çıkan tuğralar da elbet olurdu. Bir Osmanlı belgesinin tarih tesbitinde, varsa üzerindeki tuğranın sahibinin bilinmesi çok yardımcı olur. Hatta tuğradaki nüanslar tarih aralığını daha da kısaltır. Tuğralar içinde en mükemmel tuğra Hattat Sami Efendi tarafından yazılan II. Abdülhamid tuğrası kabul edilmekte ve sayın Prof. Dr. Uğur Derman bu tuğra için “Tuğraların Padişahı” demektedir. Tuğraların okunabilmesi tüm Osmanlı tuğralarının bir araya getirilmesi ile mümkün olmuştur. Bu meyanda Suha Umur’un çalışmaları takdire şayandır.

Tuğranın Bölümleri

1- Sere (Kürsü): Tuğranın en altında bulunan ve asıl metnin (padişah ve babasının adı, unvanları ve –el- muzaffer daima duası) yazılı bulunduğu kısımdır.

2- Beyze’ler (Arapça: yumurta): Tuğranın sol tarafında bulunan iç içe iki kavisli kısımdır.

3- Tuğ’lar: Tuğranın üstüne doğru uzanan “elif” harfi şeklindeki uzantılardır. Her zaman elif değillerdir. Bazen harf de değillerdir. Yanlarında yer alan flama şeklindeki kavislere “zülfe” denir.

4- Kollar (Hançere): Beyze’lerin devamı olarak sağa doğru paralel uzanan kollardır. Bazı tuğralarda sağ üst boşlukta ilgili padişahın “mahlas” veya sıfatı da görülür. Olgunlaşmış bir tuğrada iki beyze ve üç tuğ yer alır. İçerik metni bunları karşılamazsa bazı tuğralarda esas metinle ilgili olmayan şekiller de yer alır ki, bunlar klasikleşmiş tuğra şeklini korumak ve kendinden önceki tuğraya benzetebilmek için eklenmişlerdir. Bir anlam ifade etmezler.

Yazı mı tura mı?

Eski paraların değerini gösteren kısmına “yazı”, tuğralı yüzlerine de “tura” denerek kolay kur’a çekimi için kullandığımız “yazı mı tura mı?” deyimi buradan çıkmıştır. Ünlü tuğrakeşler sanatsal anlamda en usta tuğrakeş hattatlar Mustafa Rakım, Sami Efendi ve İsmail Hakkı Altunbezer olarak sayılabilir.

Osmanlı Armasının Anlamı

Osmanlı armasının üzerindeki sembolleri en tepeden başlayarak şöyle sıralayabiliriz: En tepede bir güneş şekli ve onu çevreleyen güneş ışıkları vardır. Güneş şeklinin ortasında armanın ait olduğu dönemin hükümdarlarının tuğrası yer almakta. Onun altındaki yukarıya açık hilalin üzerinde Arapça “Osmanlı devletinin hükümdarı olan …… Han, Allâh’ın muvaffak kılması ve yardımına dayanır ve öylece hüküm sürer” anlamına gelen bir söz yazılı. Onun altında, armanın tam göbeğine gelecek şekilde aynalıklı kalkan motifi var. Bu kalkanın çevresinde yıldızlar bulunuyor. Bu yıldızların sayısı çok zaman 12 adet ile sınırlandırılmış olup 12 burcu temsil eder. Böylece Osmanlı, kâinatın merkezine yerleştirilmiş olur. Kalkanın hemen üzerinde de devletin kurucusu Osman Gazi’yi temsil eden bir sorguç vardır ki Osmanlıların köklerine ne kadar bağlı olduğunu anlatır. Kalkanın sağ yanında Osmanlı sancağı yer alır. Renkli armalarla kırmızı ile gösterilir. Onun karşısında ise hilâfet sancağı bulunur. Hilâfet sancağının rengi aslında siyah iken, arma üzerinde hemen daima yeşil renkte gösterilmiş ve bazen üzerinde üç hilal kondurulmuştur.

Merkezdeki kalkandan Osmanlı sancağı yönüne doğru uzanan şekiller ise şöyle sıralanmaktadır: Sancağın üzerinde bir ok var. Sancak aleminin altında Baltacılar Ocağı’nın kullandığı tek taraflı bir çift yüzlü teberler (balta) bulunur. Sonra mızrak ve altında el siperlikli tören kılıcı vardır. Sonra ağızdan dolma bir top ve altında savaş kılıcı yer alır. Hemen altında bozdoğan (gürz) görülür. Top ile bozdoğanı sancaktan ayıran boynuzdan yapılan boru ise savaş ilânını ve sonra da mehterhâneyi temsil eder.

Armanın sol yanında, yani hilâfet sancağı yönünde uzanan semboller yine yukarıdan aşağıya şöyle sıralanırlar: Sancak aleminin altında süngü takılmış bir tüfek, altında tek yüzlü teber (balta), sonra toplu tabanca ve topuz başlı asâ mevcuttur. Asânın şeşper (savaş araçlarından altı dilimli topuz) topuzu kenarına asılı olan terazi adaleti temsil eder. Terazi, kitap şekilleri üzerine oturtulmuş olup bu kitaplardan üstteki Kur’ân-ı Kerîm, alttaki ise diğer hukuk metinleri yerine geçen kanun kitabıdır. Hilâfet sancağının altındaki çiçek şekilleri Osmanlı’nın estetik yönünü gösterir. Buket arasındaki güller hilâfet sancağı üzerinde manevi ilhamlar sebebiyle bulundurulur. Buketin hemen altında bir çapa (gemi demiri) yer alır ki denizciliğin sembolüdür. Arma göbeğindeki kalkanın hemen alt yanında dik duran bir borazan mızıka takımını; onun altında çaprazlama duran tirkeş (ok kuburu, sadak) ile meşale de gece donanmalarını ve ok müsabakalarını hatırlatır. Armanın alt tarafını boydan boya süsleyen inci defne yaprakları, çiçek motifleri arasından beş tane madalya sarkar. Bu madalyaların isimleri şöyledir: İmtiyaz nişanı, Mecidi nişanı, İftihar nişanı, Osmanlı nişanı ve Şefkat nişanı.

Kaynak

http://www.unutulmussanatlar.com

 
ISTANBUL
 
 
 
 
 
Bugün 53 ziyaretçi (84 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol