Sedefkâri
 
Sedefkâri

Sedef, sıcak denizlerin akıntılı sularında tuz, kireç ve fosfordan oluşan kalker bir maddedir. Beyaz, arusek, çöp, taş sedef olmak üzere çeşitlenir. Beyaz sedef, çift kabuklu ve daha düzdür. Hâkim renk beyaz olsa da; ışığa göre açık mavi, pembe, yeşil, sarı tonlar taşıyabilir. Arusek sedef; tek kabuklu ve açık pembe, mavi, yeşil tonlarındadır. Çöp sedef koyu renkli, daha çok meneviş ve desen taşır. Taş sedef ise, beyaz sedefin daha az parlak olanına denir. Sedefin genel olarak bulunduğu yerler özellikle zarif incilerin toplandığı bölgelerdir. Avustralya’nın kuzeyi ve doğusu, Tahiti, Gambier Adaları, Meksika’nın Büyük Okyanus kıyıları ve Madakaskar’da bol miktarda bulunur.
 
Sedefin aslı, bilindiği gibi deniz yumuşakçalarının kabuklarıdır. Uzun ömrün sembolü sayabileceğimiz bu kabuklar, milyonlarca yıllık fosiller halinde karalarda da görülür. Sıcak denizlerin yetiştirdiği çok iri yumuşakçaların kabukları, zengin sedef kaynaklarıdır. Hammaddesinin sıcak denizlerden sağlanması dolayısıyla sedefkârlığın Doğu’da başladığı tahmin edilmektedir. Sümer mezarlarında rastlanan ilk sedef işçiliği örnekleri de bu iddiayı güçlendirmektedir. Çin, Hindistan, Siyam gibi Uzak Doğu’nun “sanatı ve sanatkârı bol” ülkelerinde doğan sedefkârlık, Orta Asya Türkleriyle beraber Anadolu’ya gelmiştir. Çabuk kırılabilen “nazlı” bir malzeme oluşu ve genellikle ahşap üzerine uygulanması nedeniyle, çok eski sedef işçiliği örneklerine ne yazık ki yeterince sahip değiliz. Ancak gerek Marko Polo ve gerekse Türklerle ilişkisi olan bazı Bizans elçilerinin hatıralarından, “. . .Türklerin sedef veya sedefle bezenmiş çeşitli eşya yapımında” usta olduklarını öğreniyoruz. Osmanlı devrinde ilk sedef süsleme işlerine, Edirne’deki İkinci Bayezid Camii kapı kanatlarında rastlamaktayız.
 
Sedefkârlıkta kullanılan malzemeler
Bağa, fildişi, kemik, çeşitli filetolar ve altın, gümüş gibi kıymetli madenler sedefkârlıkta kullanılan diğer malzemelerdir. Bunların hepsine birden bezeme veya süsleme malzemeleri diyoruz. Bağa; büyük kaplumbağaların sırtından çıkar, tırnaksı bir maddedir, ısıyla yumuşatılır ve istenilen forma girer. Açık ve koyu sarı, kahve, kızıl kahverengi, menevişli estetik bir malzemedir. Alt kısmına altın varak yapıştırılarak kullanılır. Fildişi, sert ve dokulu bir malzemedir. Fileto ise üst üste yapıştırılan ahşap ve ona uygun malzemelerin yanlamasına kesilmesiyle elde edilen bir süsleme unsurudur. Altın ve gümüş özellikle günümüzde takı çalışmalarında kullanılmaktadır. Ahşap olarak, bu süsleme malzemelerini iyi gösterecek koyu renkli abanoz, pelesenk, ceviz ve maun gibi ağaç türleri tercih edilir.
 
Sedef Nerelerde Kullanılır?
Ceviz, abanoz, maun vb. ahşap yapıtların üzerine çeşitli formlarda açılan yuvalara, aynı biçimlerde kesilmiş sedefleri yapıştırarak gömme yoluyla yapılan süslemeye “sedef kakma” denir. Ahşabın üzerine sedefleri çeşitli motifler oluşturacak biçimde doğrudan yapıştırarak elde edilen bezemeye “sedef kaplama” denir. İnsanoğlu bu cazip maddeyi herhalde ilk gördüğü andan itibaren kullanmış, güzellikler meydana getirerek, “sedefkârlık” denilen bir meslek oluşturmuş. Bu alandaki son büyük usta olan sedefkâr Vasıf, sedefkârlığı “ahşap bezeme sanatı” olarak tanımlıyor. Sedefin daha çok ahşapla beraber kullanılması da bu tarifi doğruluyor. Biz de buna bir uygulama sanatı dersek yanlış olmaz herhalde. Çünkü elde, mevcut desen ile formlar vardır ve sedefkâr bunları sedefe uygular. Hattat yazıyı yazar, müzehhib deseni çizer. Sanatkâra düşen, bunları bozmadan, kendi zevk unsurlarını da katarak işlemektir.
 
Osmanlı’da sedef neden bu kadar yaygındı?
Sadece Osmanlı’da değil, diğer bütün medeniyetlerde sedef vardı. Çünkü sedef çok fotojenik bir malzeme, sedeften yapılan bir eser insanı mutlu ediyor. İkincisi sedef denizden geliyor. Onun için mazisi temiz, altın gibi kirli değil. Dolayısıyla sedef hem diğer sanatlarda süsleme unsuru olarak hem de başlı başına bir malzeme olarak kullanılmıştır. Ahşabın yanında, altınla beraber, zümrüt, yakut, lal taşı gibi değerli taşlarla beraber hatta gümüşle beraber yan yana kullanıldığı zaman fotojenik bir görüntüsü olduğu için her yerde çok değişik şekillerde işlenebilir.
 
Osmanlı ülkesinde bu sanat öylesine rağbet gördü ve gelişti ki; Kur’ân mahfazalarından Sultan kayıklarının köşklerine; yeniçeri yatağan kabzasından, hattatın hokka takımına; Çelebi’nin kavukluğundan, Hanımefendi’nin nalınına kadar hemen her yerde sedef kullanıldı. Öyle ki, Hocazade Saadeddin, Fatih Sultan Mehmed’in cenaze töreninden bahsederken, “Tabutun som sedeften yapılmış olduğunu” bildirmektedir (kanaatimizce burada “sedef kaplamalı” bir tabut tarif edilmektedir). 15. yüzyılda Topkapı Sarayı dâhilinde bir sedef atölyesi kurulduğu ve burada sedefçilik öğretildiği kaydedilir.
 
Sedefkârlık her şeyden önce bir “çizim, ölçü ve estetik sanatı” olduğundan mıdır bilinmez, saraydan yetişen ünlü mimarlardan pek çoğunun aynı zamanda bu sanatın ehli olduğunu görüyoruz. 16. ve 17. yüzyıllar, sedefli eşya kullanmanın İstanbul’da bir moda haline geldiği çağlardır. Ayrıca sedef, mimari unsurların süslemesine de alabildiğine girmiştir. Üçüncü Murad’ın Ayasofya Camii haziresindeki türbesinin kapı kanatlarına Dalgıç Ahmed Ağa; Sultanahmet Camii’nin pencere ve cümle kapısı kanatlarına da Mimar Mehmed Ağa gibi ünlü yapı ustaları tarafından sedef kakmalar yapılmıştır. Evliya Çelebi, Dördüncü Murad devri sedefkârlarından bahsederken şöyle diyor: “100 dükkân, 500 neferdürler.  Pirleri Şuayb-i Hindî’dir…”
 
19. yüzyıla girerken, sedefkârlık geçmiş dönemlerdeki ilgiden yoksun kaldığı için giderek gerileyen bir sanat olmuştur. 19. yüzyılın sonunda, tıpkı sönmek üzere olan bir mumun son parıltısı gibi, sedefkârlık vadisinde iki ışığın parladığını görüyoruz: Sultan İkinci Abdülhamid ve Sedefkâr Vasıf (Sedef)… Esaslı bir “ince marangoz” olan İkinci Abdulhamid, Yıldız Sarayı’nda kurduğu Sedefhane’de kendisi de bizzat çalışarak latif eserler vermiştir. Vasıf Hoca’ya gelince… 1876 Beşiktaş doğumlu bu sanatkâr, Mekteb-i Bahriye’nin Marangoz ve Oymacılık Bölümü’nden 22 yaşında mülazım (teğmen) rütbesiyle mezun olmuş; 1912 yılında, yani 36 yaşındayken binbaşı rütbesiyle emekliye ayrılarak Beşiktaş’ta açtığı atölyesinde çalışmaya başlamıştır. Türk sedefkârlığının literatüre geçen en son “mükemmel” eseri, Vasıf Sedef’in yaptığı, Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi’ndeki kapılardır. 1936 yılında Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki Şark Tezyinatı Şubesi’nde bir “Sedefkârlık Kürsüsü” kurulmuş ve Vasıf Sedef bu kürsünün öğretim üyeliğine getirilmiş, ölümüne kadar (1940) bu görevini sürdürmüştür.
 
Sedefkârlık sanatını omuzlayıp 20. yüzyılın ortalarına doğru getirmeye çalışan Vasıf Hoca’dan başka, bu sanatın son ustası, 1982 yılında kaybettiğimiz Nerses Semercioğlu’dur… Sedefçilik sanatını 1980′lerin başına kadar getiren son profesyonel kişi olan Nerses Semercioğlu, “yeniden keşfedilircesine” 1950′lerden sonra değer kazanmaya başlayan bu sanatla geçimini sürdürmüştür. Ancak günümüzde kendi çabası ile bu sanatı üst düzeyde icra eden birkaç ustanın da bulunduğunu söyleyebiliriz. Sedef işçiliği, gömme (veya kakma), kaplama ve macunlama teknikleri olmak üzere üç değişik tarzda yapılagelmiştir. Ayrıca, sedef işçiliği, gerek motif özellikleri ve gerekse kullanım sahaları ve tarzları bakımından 4 ana grupta toplanmaktadır; Eser-i İstanbul, Şam işi, Viyana işi ve Kudüs işi… Bunlardan ilk ikisi tamamen Osmanlı karakteri taşırlar; gömme veya kaplama tekniğiyle hazırlanan “İstanbul işi” eserlerde; fildişi, bağa (kaplumbağa inceltilmişi) ve kemik gibi yardımcı unsurlar kullanılır. Bağanın altına “altın varak” yapıştırılır. Sedef ve diğer malzemenin daha ziyade geometrik biçimlerde kullanıldığı bir işçilik şeklidir.
 
Bir zamanlar Osmanlı Devleti’nin bir vilayeti olan Şam’da ortaya çıktığı için “Şam işi” olarak adlandırılan teknik de yine gömme (kakma) denilen tarzda hazırlanır. Şam işinde “taş sedef” dediğimiz kalın ve beyaz sedefin sadece bir yüzü düzeltilir; diğer yüzü kaba bırakılarak ağaca gömülür; sedefin çevresine 1 mm genişlik ve 1 mm derinlikte kurşun-kalay karışımı teller çakılır.
Viyana işi ise, “Boule” adı verilen metal kaplama tekniğinin yanında düzensiz olarak yerleştirilen sedef parçalarından meydana gelir. Daha ziyade, “arusek” ismi verilen veya “çöp” diye bildiğimiz renkli cins sedeflerin kullanıldığı yerler; masa, kanepe, komodin, büfe, ayna gibi eşyalardır. Kudüs işine gelince… Bu teknik mobilyada veya diğer küçük eşyada kullanılan bir teknik değildir. Sedef kabuklar üzerine yapılan cami ve benzeri maketler, bitki ve hayvan motifleri olarak kendisini gösterir.

Sedef Kakma ve Sedefkârlık
Sedefçilik, ilk çağın en eski uygarlıklarında görülmekle birlikte, sedefin eşyada süs ögesi olarak uygulanışı çok sonradır. Her ne kadar bazı kaynaklar Sümer sanatında sedefin traş edilerek ahşaba uygulandığını, Uzak Doğu ve Güney Asya’da Hint sanatında sedef süslemelere rastlandığını bildirirlerse de, sedefin en yaygın ve en gelişmiş şekliyle Türk-Osmanlı sanatında görüldüğü bilinir. İlk örneklerine 15. yüzyıl sonlarında rastlanmış, Edirne’deki tek kubbeli Beyazıt II. Camii’nin kapı kanatlarında görülen sedef işçiliğinin 16. yüzyılda olgunluk devresine girdiği, kapı, pencere, dolap kanatları, kürsü, çekmece, Kur’ân muhafazası, rahle, masa, koltuk, kanepe, sehpa gibi mobilyalar, silah kabzası, nalın, körük, tütün tabakası, kahve takımı vb. gibi tüm ahşap eşyada görülmüştür.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde geniş kullanım alanına sahip olan sedef işçiliğinin, Enderunlu ustalarca yapılmış örneklerini günümüzde tarihi müzelerde görmek mümkün olup, hayranlıkla izlenecek bu eserlerde sedefkârlık sanatının incelikleri insanı asırlar arasında haz ile gezintiye götürür. Daha sonraları Suriye’de işlenmeye başlanan sedefin Gaziantep’e buradan geldiği ancak motiflerinde Selçuklu ve Osmanlı kültürünün korunduğu bilinmektedir. Çok kısa bir dönem de İskenderun’da basit usulde sedef işçiliğinin yapıldığı bazı kaynaklarda yer almıştır. Gaziantep’te halen ve kendini yenileyerek sürdürülen bu sanatın, yaşayan kaynaklardan edinilen bilgiye göre, 1963 yılında başladığı bilinmektedir.
 
Ceviz, maun, gül gibi sert ve dokusu sıkı ağaç tercih edilerek yapılan sedef kakmada, kurşun, kalay, gümüş ve alpaka tel, motiflerin çevresini süslemede kullanılır. Sedef ise, tatlı sudan çıkarılan istiridye kabuğudur. Sedef yerine ya da sedef ile birlikte boynuz, bağa, fildişi ve kemik de kullanılmaktadır. Sedef işçiliği, “oyma” ve “kakma” usulü ile yapılır. Önce, ağaca, işlenecek motif çizilir. Keski adı verilen çelik uç ile bu motifin çevresi keskilenerek açılan kanala tel yatırılır ve çekiç kullanılarak küçük darbelerle tel ağaca gömülür. (Telin zaman içinde kalkmasını önlemek için, su ile iyice sıvılaştırılmış beyaz tutkalı işlenmiş tel üzerine sürmek yararlı olur.) Aynı keski ile çizilen motifin içi oyulur ve bu içi oyulmuş motifin şekline uygun olarak sedef, iki parmak arasında (başparmak ve işaret parmağı) sıkıca kavranarak, zımpara taşında şekillendirilir ve motifin içine, beyaz tutkal ve ağaç tozundan yapılmış macun ile yapıştırılır. (Motif içine yerleştirilecek sedefin, yerine düzgün oturması ve sonradan yapılacak tesviyenin, sedefin parlak canlı kısmını yok ederek motifi bozmaması için, sedefin, şekillendirilmeden önce alt ve üst kısmının düzlenmesi gerekir.) Sedef yerleştirilmiş parça en az iki saat kurumaya bırakıldıktan sonra, ince eğe ve zımpara ile silinerek, pürüzsüz bir satıh elde edildikten sonra, ispirto içinde eritilmiş gomalak cila (bir çeşit reçine) ile parlatılır. Gomalak cilanın, sıkıştırılmış pamuk yumağına damlatılması ve hızlı, dairesel ritmik hareketle parça üzerinde cila kuruyana kadar cilalamanın devam ettirilmesi gerekir. Eğer, açık renk olan genç ceviz ağacı seçilmiş ve renginin koyulaştırılması isteniyorsa, ciladan önce, yapılmış parçaya asiti alınmış zeytinyağı sürülerek, güneşte bırakılır, kuruduktan sonra cila sürülür.
 
Sedef kakmacılıkta, genellikle, Selçuklu ve Osmanlı döneminde işlenen motiflere rastlanmakta olup, motiflerde geometrik desenler, çiçek, yaprak gibi doğadan alınmış naturel desenler ile Rûmî, Barok ve Aabesk hâimiyeti görülür. Sedef kakmacılık işine “Sedefkâri”, sedef kakma yapan ustaya “Sedefkâr” denilmektedir. Bugün dış turizmde de geniş pazar bulmuş sedef işçiliği, Türk kültürünün Osmanlılara dayanan tarihi kökenini hafızalarda diri tutmayı başarmış zarif ve duygusal bir el sanatımızdır.
 
Sedefkârlık
Birçok yumuşakçanın kavkısında bulunan ve sedef işçiliğinde kullanılan gökkuşağı renklerinde pırıltılı sert maddeye sedef denir. Yumuşakçalarda ve kolsu ayaklılarda dış derinin özel bir bölgesinin salgıladığı kireçten dış iskelete “kavkı” denir. Yumuşakçaların kavkısının iç yüzeyleri genellikle sedeflidir. Sedef kavkıyı oluşturan kireç prizmalarının özel biçimde dizilişinin sonucudur. Ana maddesi “konkiyolin” denilen azotlu bir madde ile kalsiyum karbonat karışımıdır. Çok sayıdaki bu saydam yapracıkların üst üste birikmesi, sedef özelliğini veren parlak gökkuşağı renklerini oluşturur. Sedef genellikle inci istiridyelerinden elde edilir. Bu istiridyelerin sedef tabakası kalın olur. Beyaz, pembe, gri, mavi renklerde sedefler vardır. Karından bacaklı yumuşakçalardan çok parlak renkli sedef elde edilir.
 
Ortaçağlarda sedef lüks eşya yapımında kullanılan bir malzemeydi. Doğudaki kullanılışı taklit edilerek ev eşyası ve kakma işlerinde kullanılmaya başlandı. Sedef kutular, heykelcikler, tütün tabakaları, ayna kenarları ve buna benzer sedef işlemeli eşyaların kullanımı moda haline geldi. Sedefin düğme olarak kullanımı yaygın olmamakla birlikte pahalı giysilerde kullanılmaktadır.
 
Sedefkârlığın Doğu sanatı olduğu tahmin edilmektedir. Sümer mezarlarından çıkarılan buluntulardan da anlaşılmaktadır. Hindistan, Çin, Siyam gibi Uzak Doğu ülkelerinde bu meslek yaygın biçimde yapılmıştır. Orta Asya’da Çinlilerle komşu olan Türkler Anadolu’ya göç ettiklerinde sedefkârlığı da getirmişlerdir. Nazik çabuk kırılan ve ahşap üzerine uygulanan bir malzeme oluşu nedeniyle çok eskilere dayanan bulgulara rastlamamaktayız. Ancak Osmanlı’da ilk sedef süsleme işine II.Bayezid Camii kapı kanatlarında rastlamaktayız. Anadolu Selçukluları daha çok ince işlemeli ahşap oymacılığını yeğlemişlerdir. Buna karşılık Osmanlılar’da XV. Yüzyıldan başlayarak abanoz, sedir, gül, meşe, ceviz, maun, şimşir, santal ağacı üzerine sedefin, kakma ya da kaplama yoluyla kullanıldığı görülmektedir.
 
Anadolu Selçukluları ve Osmanlı sanatında mimar olarak yetişecek gençlerin üç boyutlu düşünmelerini sağlamak için önce marangozluk (neccarlık) mesleğini öğrenmeleri gerekirdi. Marangozlukla birlikte sedefkârlıkta da becerilerini geliştirirlerdi. Bundan dolayıdır ki ahşabın tasarımından taşa kadar birçok dallarda yetişen yetenekli insanların eserlerini Anadolumuzun birçok il ve ilçelerinde görebilmekteyiz. Osmanlı döneminin önemli iki mimarı olan Mimar Sinan ve Sedefkâr Ahmet Ağa’nın mimarlıktan önceki meslekleri neccarlık ( marangozluk)’tı. Ahşap ve sedefin bir arada kullanımından eşsiz güzellikte eserler meydana gelmiştir. Mimaride kapı pencere kanatları, dolap kapakları, Kur’ân ve cüz mahfazaları, rahle, iskemle, beşik, sandık, masa, sehpa, bıçak sapları, tüfek kabzalarının eşsiz örnekleri İstanbul’da Türk İslam Eserleri Müzesi ve Anadolu’da çeşitli Etnoğrafya müzelerinde sergilenmektedir.
 
XV. Yüzyılın ikinci yarısında yapıların ahşap bölümlerine sedefin yanında fildişi ve bağa gibi kemik malzemeler kakılarak zengin kompozisyonlar yapılmıştır. (Bağa; büyük kaplumbağaların sırtından çıkarılan tırnaksı bir maddedir. Isıyla yumuşatılarak istenilen form verilir.) Amasya Bayezid Külliyesi Camii’nde ve Balıkesir Zağanospaşa Camii’nde sedefkâr ustalar tarafından yapılan eşsiz güzellikte eserler bulunmaktadır. Ayrıca Topkapı Sarayı kapı ve dolap kapakları, III. Murat Köşkü, Süleymaniye Camii kapı ve pencere kanatları, Sultan Selim Türbesi’nin kapısı, Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’nin kapı ve pencere kanatları sedef kakma ve kaplamacılığının eşsiz örnekleri arasındadır. Kısaca Osmanlı dönemi, sedefkârlığın rağbet görüp geliştiği bir devirdir.
 
Kaynak
M. Ali Diyarbakırlıoğlu (Ressam) ve
Gaziantep Üniversitesi El Sanatlarını Koruma ve Geliştirme Merkezi
 

 
ISTANBUL
 
 
 
 
 
Bugün 89 ziyaretçi (114 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol