Kitâbeler
Binaların iç ve dış duvarlarında mermer, taş, ahşap, çini, maden gibi maddeler üzerine oymak veya kabartmak suretiyle işlenmiş yazıdır kitâbe.
Genellikle dinî, sivil ve askeri binaların belirli yerlerine özenle işlenen kitabe, verdiği bilgilerle ve yapının estetiğini tamamlayan dekoratif bir unsur olmasıyla önem taşıyan bir mimari elemandır. Çoğunlukla giriş kapıları üzerinde yer alan ve eserin kimin tarafından ne zaman yapıldığını bildirene “tarih kitâbesi”, tamiri hakkında bilgi verene “tamir kitâbesi” denilir; kemerleri ve iç kapılar üstünde yazılı olanlara da “kitâbe levhası” adı verilir. Ayrıca yapının iç ve dış duvarlarında bulunan yazılar, okçulukta atılan okun düştüğü yere dikilen nişan taşı ile (menzil taşı) mezar, menzil ve mesafe taşlarına işlenmiş yazılar da kitâbe sayılır.
Medeniyet ve sanat tarihi araştırmalarında olduğu kadar dil ve tarih çalışmaları için de önemli kaynak ve belge niteliği taşıyan kitabelere dair ilk ilmi araştırmalar Batılı ilim adamları tarafından XVII. yüzyılın sonlarında başlatılmıştır. Zamanla gelişen paleografi ilminin metotları ile eski Yunan ve Latin dillerinde yazılmış kitâbeler çözülmüş ve değerlendirilmiştir. Bir müddet sonra da kitâbeleri kendine ait disiplin ve metotlarla tesbit eden, çözen, yorumlayan, eleştiren araştırmalar “epigrafi” (epigraphy, inscription, ilm-i kitâbet) adıyla müstakil bir bilim dalı halinde gelişmiştir.
İslâm dünyasının tarihi ve kültürel zenginlikleri Batı’nın ilgisini çekince İslâm öncesi ve sonrasına ait Arapça kitâbeler üzerinde de araştırmalar başlamıştır. İslâmi kitâbeler konusunda araştırma yapmak İslâm milletlerinin dilini, tarihini, sosyal hayatını, edebiyatını ve bilhassa İslâm yazı çeşitlerini de bilmeyi gerektirdiğinden Batı'da bu bilimleri öğreten kurumlar ortaya çıktı. 1795'te Paris'te açılan Ecole des Langues Oriantales Vivantes, şarkiyatçıların yetişmesinde ilk rol oynayan kurum oldu. Bunu 1887'de Berlin'de öğretime başlayan Seminar für OrientaBsche Sprachen, 1906'da Londra'da açılan School of Oriental and African Studies takip etti. XIX. yüzyılın başında Napolyon'un Mısır seferi sırasında yanında bulunan paleografi uzmanı J. J. Marcel, Arap yazısının tarih içinde gelişmesini öğrenmek amacıyla Mısır'da bulunan kûfi kitabeleri inceleyerek bu hususta takip edilecek metot hakkındaki görüşlerini ortaya koydu. Lanci Reimiud ise “Monuments arabes, persanset turcs du cabinet de M. le Duc de Blacas” (Paris 1828) adlı eseriyle kitâbe araştırma metotlarına açıklık kazandırdı. Ancak XIX. yüzyılın sonları ve XX. yüzyılın başlarında keşfedilen İslâmi kitabelerin çokluğuna rağmen bunların Yunan ve Latin kitâbeleri gibi bir koleksiyon halinde toplanıp düzenlenmesine yeterli önem verilmemişti. Bu sınıflandırma işinde ilk ciddi çalışmayı İsviçreli şarkiyatçı Max van Berehem yaptı. Berehem Mısır, Suriye ve Anadolu'daki kitâbeleri inceledi ve çalışmalarının ilk cildini “Materiaux po ur un corpus inscriptionum arabicarum” adı altında yayımladı (Caire 1894-1903). Bunları diğer çalışmaları ve yayınları takip etti. Max van Berehem'in 1921'de ölümünün ardından Moritz Sobernheim (CIA Syrie du nord, Cairo 1909), Ernst Herzfeld ve Etienne Com be (Syrie du nord, Cairo 1954-1956) onun çalışmalarını devam ettirdiler. Daha sonra Batı’da bu çalışmalar genişleyerek Sicilya. İspanya, Müslüman Hindistan, Cezayir, Tunus, Filistin ve diğer İslâm coğrafyasında bulunan kitabeler hakkında da yayımlar yapıldı (b k. E/2 JingJ, V, 2ı 1 vd.).
Türk sahasında kitabe araştırmaları XIX. yüzyılın sonlarında başlamıştır. Batı'da bu alanda çalışanlar arasında yer alan Gabriel Colin, Max van Berchem, Johannes H. Mordtmann, Franz Taeschner, Paul Wittek, J. H. Löytved, Albert Gabriel Türk araştırmacılarına da öncülük etmiştir. Bunların yanında Türk âlimlerinden Halil Ethem'in (Eldem) M. van Berehem'in eserine yardımları ve Kayseriye Şehri: Mebâni-i İslâmiyye ve Kitâbeleri ile (İstanbul 1334) Trabzon'da Osmanlı Kitabeleri (haz. İsmail Hacıfettahoğlu, Trabzon 2001); Rıdvan Nafiz (Edgüer) - İsmail Hakkı’nın (Uzunçarşılı) Sivas Şehri (Ankara 1928); Abdürrahim Şerif Beygu'nun Erzurum Tarihi Anıtları Kitâbeleri ile (İstanbul 1936) Ahlat Kitâbeleri (İstanbul 1932); Mehmet Behçet'in (Yazar) Kastamonu Âsar-ı Kadimesi (İstanbul 1341); İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Kitâbeler (İstanbul 1345), Karasi Vilayeti Tarihçesi (İstanbul 1341) , Kütahya Şehri (İstanbul 1932); İbrahim Hakkı Konyalı'nın Nasreddin Hoca'nın Şehr-i Akşehir (İstanbul 1945). Âbideleri ve Kitâbeleriyle Erzurum Tarihi (İstanbul 1960), Âbideleri ve Kitâbeleri ile Konya Tarihi (Konya 1964), Âbideleri ve Kitâbeleri ile Karaman Tarihi, Ermenek ve Mut Abideleri (İstanbul 1967), Âbideleri ve Kitâbeleri ile Kilis Tarihi (1968), Âbideleri ve Kitâbeleri ile Konya Ereğlisi Tarihi (İstanbul 1970), Âbideleri ve Kitâbeleri ile Şereflikoçhisar Tarihi (İstanbul 1971), Âbideleri ve Kitâbeleri ile Niğde Aksaray Tarihi (I-III İstanbul 1974-1975), Âbideleri ve Kitâbeleri ile Üsküdar Tarihi (I-II İstanbul 1976-1977), Âbideleri ve Kitâbeleri ile Beyşehir Tarihi (Erzurum 1991); Basri Konyar'ın Diyarbekir Kitâbeleri, Tarihi, Yıllığı (I-III, Ankara 1936); Şevket Beysanoğlu'nun Diyarbakır Tarihi: Anıtları ve Kitâbeleri (Diyarbakır 1987, 1996); Mübarek Galip'in Ankara: Kitâbeleri (I-II, İstanbul 1928) ve Halim Baki Kunter'in yayımları, Ekrem Hakkı Ayverdi'nin Osmanlı mimarisi konusundaki eserleri Türk kitâbelerine ışık tutan önemli araştırmalardır. Son dönemde yapılan çalışmalar arasında Oral Onur'un Edirne Türk Tarihi Vesikalarından Kitâbeler (İstanbul 1972), Müjgan Cunbur'un Kütüphanelerimizin Manzum Tarih ve Kitabeleri (Ankara 1983), Necmi Ülker'in Eski Foça Mezar Kitâbeleri (Ankara 1989) ve diğer çalışmaları, Murat Yüksel'in Çukurova'da Türk İslâm Eserleri ve Kitâbeler ile (İstanbul l990) Trabzon'da Türk-İslâm Eserleri ve Kitâbeler (I-III, İstanbul 1991; I-V, Trabzon 2000) ve Gümüşhane Kitâbeleri (İstanbul l997), Affan Egemen'in İstanbul'un Çeşme ve Sebilleri (İstanbul l993), Remzi Duran'ın Selçuklu Devri Konya Yapı Kitâbeleri (Ankara 2001), Mahmut Karataş'ın Şanlıurfa ve İlçelerinde Kitâbeler (Şanlıurfa 2001) adlı eserleri anılabilir.
İslâm'ın ilk döneminde kitâbeler nesir halindeydi. Bugünkü bilgilere göre kesin bir tarih söylemek mümkün olmamakla beraber manzum kitâbe yazılması büyük ihtimalle İran sahasında başlamıştır. Ancak bu bölgede fazla rağbet görmeyen bu tarz Osmanlılarda kuvvetli bir gelişme göstermiştir. Ayrıca Anadolu sahasındaki manzum kitâbelerde yapının tarihinin verilmesinde ebced hesabı önemli bir rol oynamış ve bu usul Türk edebiyatında vazgeçilmez bir sanat (tarih düşürme) hâline gelmiştir. Kitâbelerde ebced hesabıyla tarih düşürme Fatih Sultan Mehmed devrinde gelişmeye başlamış ve son yıllara kadar devam etmiştir. Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar çoğunlukla Arapça ve Farsça olarak yazılan tarih kitâbeleri de XVI. yüzyıldan sonra Türkçe yazılmıştır. Kitâbeler satır satır okumak, yazmak, estanpaj ve fotoğrafını almak suretiyle epigrafi metotlarına göre tesbit edilir. Metinler ekseriya girift, bazen da yazı istif kuralları dışında harf ve kelimelerin yeri değiştirilerek yazılmış olduğundan araştırmacının kitâbenin dil ve hat özelliklerini iyi bilmesi yanında şiir, vezin ve ebced hesabı konusunda da yeterli bilgiye sahip olması gerekir. Hat sanatının gelişmediği dönemlere ait kitâbelerdeki yazı kusurları, Ahlat mezar taşlarında olduğu gibi zemin motiflerle doldurularak giderilmeye çalışıldığından okunması da ayrı bir dikkat, tecrübe ve ihtisası gerektirir.
Bunun yanında orijinal kitâbeler çeşitli sebeplerle ortadan kalktığında yerine eski tarihi taşıyan yenisi konabilir ki bu da araştırmacıyı yanıltır. İstanbul'da Rumelihisarı üstünde bulunan Nafi Baba Bektaşi Tekkesi Mezarlığı'nda, Fatih ile birlikte İstanbul'a gelen Akşemseddin'in arkadaşlarından Seyyid Şeyh Bedreddin'e ait bugün mevcut olan 855 (1451) tarihli mezar taşının yazı karakterinden sonradan yazılmış olduğu anlaşılmaktadır. Bazı mezar taşlarında kitâbeyi yazanın imzası bulunabilirse de bunlar nadirdir. Ayrıca hattat padişahların yazdığı kitâbelerin yer aldığı yapıların diğer cephelerinde başka bir hattatın yazısı varsa padişaha hürmeten imza atılmaması bir gelenektir. Nitekim İstanbul'da III. Ahmed Çeşmesi'nin cephesindeki celî sülüs yazı Sultan III. Ahmed tarafından yazılmış olduğundan diğer üç cephedeki celî nesta'lik kitabelerin altında imza yoktur.
Tarihi yapılarda aynı zamanda dekoratif bir unsur olarak dikkat çeken kitâbeler yazıldıkları yere göre konuları bakımından da önem taşır. Cami, mescid, medrese ve her çeşit dinî ve resmi binanın iç ve dış kapıları ile genellikle duvarlarında âyetler hatta sûreler bulunur. Bunlardan duvarları çevreleyene “kuşak yazısı” denir. Umumiyetle cami kapıları ile avlularının kapıları üstüne “Namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır” (en-Nisa 4/103), mihraplarda, “Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir” (el-Bakara2/ 1 44) veya “Zekeriyya onun (Hz. Meryem'in) yanına her girişinde mihrapta bir rızık bulurdu” (Al-i imran 3/37) mealindeki âyetler, çeşmelerde, “Her canlı şeyi sudan yarattık” (el-Enbiya 2 1/30) veya “Rableri onlara tertemiz bir içecek içirir” (el-insan 76/21) mealindeki âyetlerden alınmış parçalar bulunduğu gibi kütüphanelerin üstünde de “Orada esaslı kitaplar vardır” (el-Beyyine 98/3) anlamındaki âyet gibi örnekler yer almaktadır.
Arkeolojik kazılardan anlaşıldığına göre Arap yazısı Kuzeybatı Arabistan'da Ürdün'ün batı bölgesinde yaşayan Arap asıllı Nabatîler'in veya Solange Ory'nin ifadesine göre Süryaniler'in alfabesine dayanır (DİA, lll. 276; EJ2 [İng.], V, 216). Bu harflerle İslâm'dan önceki devreye ait Arapça kitâbelerden 512 tarihli Zebed ve 568 tarihli Harran kitâbelerinde Arap harflerinin iptidai şekilleri açık olarak görülmektedir. İslâm döneminden kalma en eski kitâbeler, Hz. Peygamber devrinde Medine civarında Hendek Gazvesi sırasında İslâm ordugâhının yakınındaki Sel' dağının kayalıklarına yazılmış olan yazılardır. Bunlardan ilk defa bahseden Muhammed Hamîdullah kayalar üzerinde yirmi kadar kitâbe oyulduğunu, ancak pek azının okunabildiğini belirtmektedir. Bir yazı grubunda Ashab’tan bazılarının “ben filanım” ibaresiyle isminin yazılı olduğunu, Ali b. Ebu Talib, Ebu Bekir ve Ömer'in isimlerinin okunabildiğini, Ebu Bekir ile Ömer'in bir geceyi burada dua ile geçirdiğini ve tarihinin de muhtemelen 5 (626) olabileceğini kaydetmektedir. Tarihi bakımdan dikkati çeken ikinci kitâbe ise Asvan'da keşfedilen ve hâlen Kahire Arap Müzesi'nde bulunan Abdurrahman b. Halid el-Hicrî adında birine ait 31 (652) tarihli mezar taşıdır.
Bu tarihten itibaren Emeviler devrine yaklaştıkça kitâbelerin çoğaldığı görülür. Bunlarda daha çok kûfi yazı kullanılmış tır. Emevi Halifesi Abdülmelik b. Mervan'ın yaptırdığı Kubbetü's-sahre'nin (72/ 691) kitâbesine ayrıca Medine'de Meseld-i Nebevî'nin kıble duvarına, Velid b. Abdülmelik devri hattatlarından Halid b. Ebu Hayyac'ın Şems Sûresi’nden Kur'ân'ın sonuna kadar olan sûreleri altınla yazmasına bakılırsa dinî yapılarda yazıya daha fazla önem verildiği anlaşılır. İbnü'n-Nedim'in kaydettiğine göre mihraba yazı yazma geleneği Halid b. Ebu Hayyac'ın yazısıyla başlamıştır. Kubbetü's-sahre'nin içindeki İsra Sûresi kuşak yazılarının ilki sayılır. Devrine göre süslü kûfinin güzel bir örneği olan bu kitâbe üzerinde durulmaya değer kıymettedir.
II. (VIII.) yüzyılın ikinci yarısından itibaren daha da gelişen kûfi hattı yaprak ve çiçeklerle süslenerek güzel bir görünüme kavuştuğu gibi tuğla, taş ve maden gibi maddelere uygulanıp Gazne, Mısır, Kayrevan, İspanya ve Anadolu'daki yapıları bezemiştir. Harflerin değişik şekillere girebilme imkânı sanatkârın estetik ufkunun genişliği ve zekâsıyla birleşince ortaya çeşitli üslupta harflerin çıkmasını sağlamıştır. Bu devrin kûfisinde hâkim olan kısa, uzun ve dikey harflerle yatay harflerin hendesî bir ölçü içinde dengeli bir yazı grubu meydana getirdiği görülmektedir. Yazıdaki bu standart ölçülere bilhassa devlet binalarında ve dinî yapılardaki kitâbelerde çok dikkat edildiği anlaşılmaktadır.
Abbasilerin ilk iki asrında harflerde bir sıkışıklıkla beraber dikey hatlarda kısalma görülür; ayrıca harfler örgülü, zikzaklı ve helezoni şekiller kazanmaya başlar ve bünyelerinde IV. (X.) yüzyılda daha da çoğalan süs unsuru artar. Fâtımiler devrinde Kahire'de inşa edilen Hâkim Camii kitâbesi bu kûfi hattının en güzel örnekleri arasındadır. Suriye'nin Selçuklular tarafından ele geçirilmesinden sonra burada aynı tipte çok süslü kûfi kitâbe örneklerine rastlanır. İspanya'da Muvahhidler devrinde yetişen sanatkârlar kûfi yazıda bazı değişiklikler yaparak harfleri stilize etmek suretiyle bitki yaprakları şekline sokmuştu. Ardından harfler çiçekli şekillere bürünmüştür. Endülüs yazısının bu üsluptaki en güzel örnekleri Elhamra Sarayı’nda bulunmaktadır. Kuzey Afrika'da ise kûfi önceleri Mısır ve Endülüs'te V-VI. (XI-XII.) yüzyıllarda Yakındoğu'da gelişen kûfinin etkisinde kalmıştır.
Kûfi yazı, İran'da Yakût el-Müsta'sımi' den sonra da uzun yıllar kitâbelerde kullanılmıştır. Bu yazının bilhassa Meşhed, İsfahan, Yezd ve Kazvin'deki tarihi binalarda sülüste beraber yapılara ayrı bir tezyini değer kazandırmaya devam ettiği görülmektedir. İsfahan'da I. Şah Abbas devri yapılarından Mescid-i Cami'nin büyük kapısı üstündeki müsenna sade kûfi ile yazılmış kitâbe bunların güzel bir örneğidir. İran'daki çeşitli kûfi tipleri Afganistan ve Maveraünnehir ile birlikte Müslüman Hint'i de etkilemiştir. En güzel örneklerine Gazneli Mahmud zamanında rastlanan örgülü kûfi herhalde okunuşunun zorluğu yüzünden V. (XI.) yüzyılda önemini kaybetmeye başlamıştır. Gazneli Mahmud'un kabir taşı her ne kadar sülüsle yazılmışsa da ahşap türbe kapılarındaki yazıların kûfi oluşu mezar taşının sonradan yazıldığı fikrini kuvvetlendirmektedir. Gurlular döneminde ise kûfi az kullanılmıştır. Kutbüddin Aybeg tarafından Delhi'de yaptırılan Kuvvetü'l-İslâm adlı cami kûfi ve sülüs yazılarla süslüdür. Babürlüler devrinde kûfi, bir süs unsuru olarak kalmıştır. Diğer İslâm ülkelerinde olduğu gibi Hindistan'daki ilk kitâbeler de Arapça idi. Anadolu'da ilk imar hareketleri Türkmen devletlerinden Danişmendliler, Artukoğulları, Saltuklular. Mengücükler zamanında başlamış olmakla birlikte savaşlar yüzünden devrin eserlerinin çoğu harap olmuştur. Anadolu Selçukluları'nda imar işlerine daha ziyade I. Alâeddin Keykubad zamanında başlanmıştır. Köşeli, tezyini ve örgülü cinsleriyle kûfi yavaş yavaş yerini celî sülüs yazıya bırakırken az da olsa varlığını sürdürmeye devam etmiş ve İran’da olduğu gibi mimari yapıların ayrılmaz bir parçası halinde kullanılmıştır. Devrin kûfisinin tipik ve güzel bir örneği, Konya'da II. Keykavus zamanında Celaleddin Karatay tarafından 649'da (1251) yaptırılan Karatay Medresesi'nde bulunmaktadır. Burada dört halifenin isimleri sade kûfi ile yazılmıştır. Buna karşılık çiçek ve yapraklarla süslenmiş ve harflerinin köşeleri ortadan kalkmış bir şekilde tertip edilen tezyini kûfinin en güzel örneği, II. Kılıçarslan zamanında 576'da (1180) Divriği'de inşa edilen Kale Camii'nin iki satırlık kitâbesinde görülür. II. Keykavus'un veziri Sahib Ata tarafından 663'te (1265) yaptırılan Konya'daki İnce Minareli Medrese'de çini üzerine yazılmış olan besmele de örgülü kûfi cinsine güzel bir örnek teşkil eder.
Osmanlılarda Fatih Sultan Mehmed devrinden (1451-1481) sonra sınırlı olarak kullanılan kûfinin güzel bir örneği, Bursa'da 822'de (1419) inşa edilen Yeşilcami'nin kapısı etrafında ve iç kısmında bulunmaktadır. Edirne'de II. Murad ın 851' de (1447) yaptırdığı Üç Şerefeli Cami ve İstanbul'da Fatih'in yaptırdığı Fatih Camii ile Çinili Köşk'teki kitâbelerin bir kısmı da kûfi ile yazılmıştır. Gebze'de Çoban Mustafa Paşa Camii (929 / 1523), İstanbul'da Kızıltoprak'ta Zühdü Paşa Camii (1301 / 1884) ve Yıldız Camii'nin (1303/ 1886) tarihli kuşak yazıları da kûfi ile yazılmış kitâbeler olarak dikkat çeker.
IV. (X.) yüzyılda İbn Mukle'den sonra aklam-ı sittenin estetik ölçüler kazanmasıyla kûfi yavaş yavaş yerini yuvarlaklığı fazla ve okunup yazılması kolay olan aklam-ı sitteye bıraktı. Abbasi Halifesi Müsta'sım’ın saray hattatı olan Yaküt el-Müsta'sımi'nin geliştirdiği aklam-ı sitteyi Türkler ve İranlılar daha da geliştirerek kendi milli karakterlerine uygun bir şekilde yeni üsluplar meydana getirdiler. Bu sebeple Osmanlı kitâbelerinde Edirneli Yahya Sûfi Ali b. Yahya es-Süti, Şeyh Hamdullah Efendi, Ahmed Şemseddin Karahisari, Hafız Osman. Mustafa Rakım Efendi ve Mahmud Celaleddin üslupları hâkimdir. Arap ülkelerinde ise sülüs ve celî sülüs, Türklerin buraları fethettiği tarihe kadar Yaküt el-Müsta'sımi üslubunda devam ettikten sonra Osmanlı yazı üslubuna dönüldü. Bunlardan Kuzey Afrika ülkelerinde Mağrib yazısı hükmünü sürdürmeye devam ettiğinden aklam-ı sitte yazıları gelişme gösteremedi.
Sülüs yazı bir koldan Anadolu'ya, diğer koldan İran’a yayıldı. İran'da daha ziyade Türklerin çoğunlukta bulunduğu Azerbaycan'da Tebriz'de gelişme gösterdi. İlhanlılardan Muhammed Hudabende Olcaytu devrinde yetişen ve Tebriz'deki birçok tarihi binanın kitâbelerini yazan Tebrizli Abdullah-ı Sayrafi ile Timurluların hizmetinde bulunan Tebrizli Hacı Muhammed Bunddûz tanınmış hattatlardandır. Celî sülüs esas itibariyle Timurlular ve Safevilerden Şah 1. Abbas devrinde gelişme gösterdi. Timur'un torunu Baysungur'un annesi Gevher Şad'ın Meşhed'de yaptırdığı ulu caminin büyük kapısı üstüne celî sülüsle yazdığı kitâbe, devrine göre İran'ın güzel yazılarındandır. Safevilerde yazının yine Türk asıllı sanatkârlar elinde geliştiği, Şah Abbas devri yapılarından İsfahan'da Mescid-i Şah ile Şeyh Lutfullah Camii'nin kitâbelerinden anlaşılmaktadır. Özellikle Mescid-i Şah'taki Abdullah Tebrizî, Muhammed Salih İsfahanî ve Tebrizli Ali Rıza-yi Abbasi'nin yazdığı kitâbelerde Osmanlı tesiri görülmektedir.
Orta Asya, Afganistan, Maveraünnehir ve Müslüman Hint'e gelince; buralar İran etkisinde kaldığı için kitâbelerinde de aynı kusurlar vardır. Tac Mahal'in kitâbesindeki hat bozuklukları aynı tarihlerde İstanbul'da yapılan Bağdat Köşkü'nün (1639) kitâbesiyle karşılaştırıldığında Osmanlı celî sülüsünün gelişme yolunda bir hayli ilerlediği görülür.
Anadolu Beylikleri ve Selçuklular zamanındaki kitâbelerde kûfiden ziyade celî sülüs kullanılmıştır. Konya'da 663 (1265) tarihli İnce Minareli Medrese ile 682'de (1283) inşa edilen Sahib Ata Külliyesi'nin portallerindeki yazılar oldukça tipik örneklerdir. Bunların asıl özelliği, harflerinin birbirine çok yakın olması ve dikey harflerin de ekseriya yan yana dizilmesiyle yazının umumi görünüşü bakımından girift bir karakter taşımasıdır. Bu ana karakter, Osmanlı döneminde Sultan Ahmed Camii'nin yapıldığı 1025 (1616) tarihine kadar sürmüştür. Selçuklu tipi celî sülüsün bir başka özelliği de küt ve geniş bir görünüşe sahip olmasıdır. Bu tip yazıda Elif, Lam ve Kaf gibi dikey harflerin boyları nisbeten kısa, gövdeleri de kalıncadır. Konya İçkalesi'nin XIII. yüzyılın ilk yarısına ait tamir kitâbesi bu karakterdedir. Bu yazıların en dikkat çekici örneklerine mezar kitâbelerinde rastlanmaktadır. Bu küt ve geniş görünüşlü yazı pek az bir farkla Osmanlıların ilk devirlerinde de kullanılmıştır. Bursa'da 821 (1418) tarihli Hisar Kapısı'nın kitabesiyle 846 (1442) tarihli Karacabey yolu kitâbesinin yazıları bu tiptedir. Birbirini takip eden devirlerde ortaya çıkan hat ekollerinin kendilerine has üslupları kitâbeler üzerinde de göründüğü için Osmanlı sahası diğer İslâm ülkelerine göre daha büyük önem taşır.
Osmanlılarda celî sülüs yazı, Fatih Sultan Mehmed devrine kadar Selçuklu celî sülüsü tesirinde devam etmekle birlikte eldeki örnekler bu yazıda bir gelişmenin başladığını gösterir. Devletin kurulduğu XIV. yüzyılın ilkyarısında İznik'te inşa edilen Orhan Gazi ile 734'te (1334) yapılan Hacı Özbek camilerinin kitâbelerinde henüz Selçuklu yazısının etkilerinin görülmesine rağmen ilk üslup ayrılığının işaretlerine İznik'te 790 (1388) tarihli Nilüfer Hatun İmareti'nin kitâbelerinde rastlanmaktadır. Çelebi Sultan Mehmed devrinde Bursa'da 822'de (1419) yapılan Yeşilcami'nin içinde ve dışındaki celî sülüsleri, bu türdeki erken Osmanlı hattının ilk örnekleri olarak nitelemek mümkündür. Edirne'de Üç Şerefeli Cami'nin kitâbesi ise Osmanlı celîsinin teşekkül etmekte olduğunu gösterir.
Bütün yazı çeşitleri gibi Fatih devrinde gelişmeye başlayan celî sülüsün İstanbul'da ilk örneği, Fatih Camii'nin ve Ali b. Yahya es-Sûfi ketebeli Bâb-ı Hümâyûn'un kitâbeleridir. Diğer başarılı yazılar ise Şeyh Hamdullah Efendi'nin eseri olan Beyazıt Camii'nin kitâbesiyle Yakut el-Müsta'sımi ekolünün temsilcisi Ahmed Karahisari'nin talebesi Hasan Çelebi tarafından yazılan, inşası 964'te (1557) tamamlanan Süleymaniye Camii'nin kitâbesidir. Edirne'de Selimiye Camii ile İstanbul'da Sultan Ahmed Camii'nin kitâbelerinde dikey harflerin birbiri peşi sıra, aralıklı, sık ve birbirine paralel olarak dizilişi, Selçuklu devri celî sülüsü tesirinin az da olsa devam ettiğini gösterir. Ancak 1049'da (1639) yapılan Bağdat Köşkü'nün kitâbesinde Selçuklu etkisi kaybolmaya başlamıştır. 1074'te (1663) tamamlanan İstanbul Yeni Valide Camii'nin yazılarında ise artık Selçuklu üslubuna rastlanmaz. Camiye bitişik Hünkâr Kasrı'nın kitâbelerindeki yumuşaklık ve zarafet Osmanlı celî sülüsünün hâkim unsurlarından biridir. Şair Asım tarafından söylenen kasra ait yirmi dört beyitlik methiyeyi taşıyan kitâbe çini üzerine olağanüstü güzellikle istif edilmiştir. Tarihi bir sıra içinde Üsküdar Yeni Valide Camii (1122 / 1710) Şehzadebaşı'nda Damad İbrahim Paşa Darülhadisi, I. Mahmud'un Tophane'de yaptırdığı Tophane Çeşmesi (1145/ 1732), Beşir Ağa adlı hattatın İstanbul ve Bursa'daki eserleriyle İstanbul Defterdar'da İsmail Zühdü'nün yazdığı Şah Sultan Türbesi (1215/ 1800) kitâbelerinde yazının geçirdiği gelişme yanında kitâbelerin de yüksek bir estetik değer taşıdığını göstermektedir. Nusretiye Camii kuşak yazıları ve Nakşidil Sultan Türbesi'ndeki celî sülüs yazılarında Mustafa Rakım Efendi ile yeni bir devir açılır. Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin Hırka-i Şerif Camii kitâbe yazıları daha sonra gelen hattatlara örnek olmuştur. Sami Efendi ketebeli Eminönü Yeni Valide Çeşmesi ve Sebili'nin celî sülüs kitâbeleriyle Hamit Aytaç'ın Şişli Camii celî sülüs kitâbeleri de İstanbul'un sanat değeri taşıyan kitâbelerindendir.
V. (Xl.) yüzyılın başlarında İran'da doğmaya başlayan ta'likin okunaklı bir şekle dönmesi sonucunda VII. (XIII.) yüzyılda görülmeye başlanan nesta'lik XVII. asrın başlarında yine burada estetik ölçüler kazandı. Gittikçe yayılarak bütün Arap ülkeleriyle Afganistan, Orta Asya ve Müslüman Hint'te kullanılmakla beraber kitabelerde genellikle celî sülüs yazı görülmektedir. Ayrıca nesta'likin celî şekli İran dâhil diğer ülkelerde pek güzel yazılamamasına karşılık Türkiye'de estetik bir ölçü kazanmıştır. Bugün İran'da celi nesta'likin dikey harfleri haddinden fazla geniştir ve harflerin hemen hepsinde küt bir görünüm bulunduğundan kitâbeler de gerekli estetiği ifade etmekten uzak kalmıştır. Anadolu'ya Fatih Sultan Mehmed zamanında gelen nesta'lik, XIX. yüzyılın başına kadar İran nesta'liki üslubunda devam ettikten sonra değişikliğe uğrayarak ortaya bir Türk üslubu çıkmıştır. Celî nesta'likin ilk defa hangi yapının kitâbesinde kullanıldığı bilinmemektedir. Bu üsluptaki en eski kitâbelerden biri, Edirne'de 838 (1434) tarihli Darülhadis Camii kitâbesiyle Çelebi Sultan Mehmed'in kızı Selçuk Hatun tarafından yine Edirne'de 860'ta (1456) inşa ettirilen Selçuk Hatun Camii'nin üç satırlık Arapça kitâbesidir. Ayrıca İstanbul Draman'daki Tercüman Yunus Bey Camii'nin avlu kapısı üstündeki 948 (1541) tarihli, III. Murad devrinde Konya'da Mevlana Dergâhı'nın kapısı üstüne konan Türkçe ve üç beyitlik 992 (1584) tarihli kitâbeler de bilinen en eski nesta'lik kitâbelerdendir. Fatih zamanında yapılan Çinili Köşk'ün içindeki çeşmenin 999 (1590-91) tarihini taşıyan nesta' lik kitâbesinde nisbeten dikkate değer bir gelişme sezilir.
Nesta'likin gelişmesine ışık tutacak, sanat değeri olan ilk örneklere ancak XVIII. yüzyılda rastlanmaktadır. İstanbul'da Şehzadebaşı'nda Lâle Devri'nde yapılmış olan 1132 (1720) tarihli Damad İbrahim Paşa Sebili ve Çeşmesi'nin üstündeki kitâbeler her bakımdan İran nesta'lik ekolünün başarılı örneklerindendir. Bugünkü bilgilere göre ilk imzalı kitâbe de bu olmalıdır. Üsküdar'da Hacı Selim Ağa Kütüphanesi'nin kapısı üstünde Yesâri Mehmed Es'ad'ın 1196 (1782) tarihli kitâbesi, sonradan oğlu Yesârizâde Mustafa İzzet tarafından kaideleri konacak olan Türk nesta'likini müjdelemektedir. Bu kitâbe, İran ve Türk üsluplarının ilk karışımı gibi görünürse de daha ziyade Türk üslubuna yakındır. XIX. yüzyılın başından itibaren Cumhuriyet'e varan dönem içinde yazılmış olan kitâbelerde Türk üslubu hâkim olmuştur. Bu dönemdeki her nesta'lik kitâbe meşhur bir sanatkârın elinden çıkmamış olsa bile tecrübeli gözler bu kitâbeleri güzellik ve üslup bakımından ayırt edebilir. Türk hattatlarının icadı olan, XVIII. yüzyılda Lâle Devri'nde divânî kaidelerinin kırılarak açık bir şekilde yazılması ile ortaya çıkmaya başlayan ve hâlen Arap ülkelerinde kullanılmakta olan rik'a hattına kitâbelerde çok az yer verilmiştir. Üsküdar'da Selmanağa mahallesinde Şeyh Camii ile karşı karşıya olan Devati Mustafa Efendi'nin II. Abdülhamid döneminde yenilenen türbesiyle İstanbul'da Mekteb-i Harbiyye'nin kitâbeleri rik'a ile yazılmıştır. Bu yazıyla olan mezar kitâbelerine de rastlamak mümkündür. Süleymaniye Camii'nin hazîresinde böyle bir mezar taşı bulunmaktadır. Nesih yazının celîsi de pek nadir olarak kitâbelerde yer almıştır.
Kaynak
http://www.islamansiklopedisi.info |