Erken İslâm

Erken İslâm

Tarihte her büyük din bir büyük sanat etkinliğini de birlikte getirmiştir. Başka bir deyişle geçmiş dönemlerin sanatı, genellikle dinin etkisiyle doğmuş ve öncelikle onun hizmetinde oluşup gelişmiştir. Bu doğal bir olgudur. Büyük dinler toplumlara yeni dünya görüşleri, yaşama biçimleri getirmiş önemli olaylardır. Yeni oluşan toplumsal yapı bireylerin görüş, düşünüş ve zevklerini de değiştirir, yönlendirir. Sanatçıyı da yeni amaçlar doğrultusunda, değişik formlar ve güzellikler arayıp bulmaya, oluşturmaya sürükler.

İslâm dininin sanata getirdiği en büyük yenilik cami mimarisidir. İslâmlıkta her sınıf halkın ayrım gözetilmeden ön saflarda namaz kılabilmesi safların geniş tutulması isteği uyandırmış, bu nedenle kiliselerin aksine camilerde enine mekân tercih edilmiştir. Plan formunun ihtiyaçtan doğması gibi, mihrab, minber, minare türünden mimari ögeler de İslâmlığın gelişmesine paralel olarak zamanla ihtiyaçtan doğmuşlardır. İslâmlığın ilk yıllarından, o zamanki haliyle günümüze gelmiş yapı yoktur. Çünkü ilk camiler zamanla değişime uğramış, yerlerine sonradan daha gelişmiş bir mimariyi sergileyen örnekler kurulmuştur. İlk camiler üzerleri açık, kerpiç duvarlı, hurma dallarının gölgelediği çok basit yapılardı.

İlk cami Hazreti Muhammed’in (S.A.V) Medine’deki eviydi. Kerpiç duvarla çevrili kare bir alanın yalnızca bir tarafında iki sıralı ağaç direklere dayanan, hurma yapraklarıyla örtülü bir dam bulunuyordu. Böylece cemaat bölgenin kavurucu güneşinden korunmuş oluyordu. Bu ilk örnek daha sonra geliştirilmiş, avlunun çevresine birkaç sıralı revaklar yapılmış, asıl ibadet mekânının üzeri eğik çatıyla örtülmüştür. Emevîler döneminin Basra ve Kûfe camileri ile Fustat yani Eski Kahire’deki Amr Camii, plan bakımından Medine Camii’nden pek farklı değildiler. Bu yapılarda minber ve minare yoktu, mihrab ise yalnızca yön belirten bir işaretti, henüz mimari bir öge niteliği kazanmamıştı.

Yapıldığı zamanki durumunu, çok az bir değişmeyle günümüze değin koruyan en eski İslâm yapısı, Kudüs’te bulunan Kubbetü’s-Sahra’dır. Yapı, şehrin dini merkezi sayılan Harem-i Şerif’in en yüksek noktasında yer alır. Bu tepe İslâmlıktan önce de kutsal sayılıyordu. Musevîler yapının içinde bulunan kayayı İbrahim Peygamber’in oğlu İsmail’i (A.S) kurban etmek üzere seçtiği yer sayıyorlardı. Müslümanlar için de burası, Hazreti Muhammed’in (S.A.V) Mi’rac’a çıktığı yerdir. Kubbetü-s-Sahra bu kutsal kayanın ziyaret ve tavâfını kolaylaştırmak için yapılmıştı. Asıl amaç ise İslâmlığın merkezini oraya çekmek, Kudüs’ün bir İslâm kenti olduğunu kanıtlamaktı. Kubbetü’s-Sahra’nın planı, Hâcer-i Muallak denilen kutsal kayanın tavafına uygun biçimde tasarlanmıştı. Dört girişli sekizgen mekân, ziyareti kolaylaştırdığı gibi kayayı her açıdan görebilmeyi de sağlıyordu. Sekizgen dış duvarın içinde ayaklar ve sütunlarla ikinci bir sekizgen oluşturulmuştur. Bunun içinde de kayanın çevresinde dört ayağa dayanan orta mekân yer alır. Orta mekânı 20 metre çapında ahşap bir kubbe, çevre mekânları ise ortak bir çatı örtmektedir. Bu yapıda İslâm mimarisinin ilk mihrablarından biriyle karışlaşırız. Tek parça mermerden yapılmış mihrab, form ve süsleme bakımından çok basittir. Ama daha sonraki mihrablara örnek olması açısından önemli bir yeri vardır. Yapının dışı ve içi değişik tekniklerle zengin biçimde süslenmiştir. Dışta, renkli taş ve mozaik süslemenin yanı sıra özellikle Kanuni dönemindeki onarımda eklenen Osmanlı çinileri dikkati çeker. Dış yapı daha sonra da çeşitli onarımlar görmüştür. Süslemede mozaik tekniği ön plandadır. Altın zemin üzerinde, bitkisel motifler, simetrik düzende yerleştirilmiş kıvrık dallar, hurma ve hayat ağaçları, iri akantus yaprakları başlıca motiflerdir. Bu motiflerde ve motif düzeninde Doğu’nun, özellikle Sâsâni sanatının etkileri görülür. Ayrıca Helenistik Roma ve Bizans sanatlarının izleri de vardır. Mozaiklerin yapımında Bizanslı ustaların çalıştığı anlaşılmaktadır. Bu mozaikler, Erken İslâm süsleme sanatı hakkında fikir vermeleri kadar, ikonoklast dönemde ortadan kaldırılan Bizans mozaiklerinin özelliklerini göstermeleri bakımından da belgesel bir değer taşır.

Kubbetü’s-Sahra, İslâmlığın günümüze kalan en eski yapılarından biridir. Ancak bu yapı cami değil bir ziyaretgâhtır. Bu nedenle daha sonraki bir tarihte yapılmış olsa da Şam’daki Emevîye Camii, günümüze orijinal planıyla gelebilen en eski cami olma özelliğini taşır. Bu cami Emevîler döneminin en önemli mimarlık örneği sayılabilir. Cami mimarisine birçok yenilikler katmış, hatta çok sonra Anadolu camilerini bile plan yönünden etkilemiştir. Bu cami, getirdiği önemli yeniliklerle ilk camilerin birbirini tekrarlayan basit formundan ayrılan, mimarlık alanında özgün bir yapıdır. Yapının çevre duvarı Roma tapınağının temelleri üzerine oturtulmuştur. Minareler de bu çevre duvarının köşe kuleleri üzerinde yer alır. İç alanın yarıdan biraz fazlası avlu, kıble tarafındaki dikdörtgen mekân ise asıl ibadet yeri yani harim kısmıdır. Caminin planı, kıble duvarına paralel, birbirinden sütun sıralarıyla ayrılan üç neften ve ortada bunları dik olarak kesen bir neften oluşmuştur. Neflerin kesişme yerinin ortasını bir kubbe örter, bunun dışında kalan mekânlar ise çift meyilli çatılarla kaplıdır. Bu plan, daha sonra küçük farklarla Anadolu’daki bazı camilerde de kullanılmıştır. Ana eksen üzerindeki nefin yan neflerden daha yüksek olması, avludan bakıldığında yapıya anıtsal bir görünüm kazandırmaktadır. İç mekânda yer alan iki katlı sütun dizileri de aynı anıtsallık etkisini sürdürür. Sütun başlıklarının bir kısmı daha önceki Roma tapınağından alınmış, burada yepyeni bir düzen içinde tekrar kullanılmıştır. Avlu revaklarında da iki katlı düzen görülür. Altta bir ayak, iki sütun; üstte bir ayak, bir sütun alternatif sırayla dizilerek, hareketli bir görünüm sağlanmıştır. Caminin avlu revaklarında ve iç mekânında yer alan mozaiklerde geç Helenistik üslubun İslâm zevki içinde özümlendiği görülür. Kemer içlerinin akantus yapraklarıyla süslenmesine karışlık, düz yüzeylerde daha çeşitli ve zengin bir dekorasyon göze çarpar. Bu mozaikler İslâm sanatı için olduğu kadar, örnekleri günümüze kalmayan aynı dönem Bizans mozaik sanatı hakkında fikir vermek bakımından da önemlidirler. Ağaçlıklar içinde yer alan bir takım hayali yapıların tasvir edildiği mozaiklerde oldukça gelişmiş bir perspektif anlayışı, gölge-ışıkla sağlanmış bir derinlik etkisi görülür. Gerek bu özellikler gerek dalları budanmış ağaçlar Helenistik duvar resimlerini anımsatırlar. Ön planda görülen akarsuyun, Şam’dan geçen Barada nehri olduğu ileri sürülmüştür. Bu ilginç doğa ve yapı tasvirlerinde insan ve hayvan figürleri görülmez. Çünkü İslâm dini yapılarda bu tür tasviri yasaklamıştır. Mozaik yapımında kullanılan küçük cam küplerde görülen çeşitli renkler ve bu renklerin değişik tonları, bu mozaiklerin büyük bir ustalıkla ve fırçayla çalışıldığı izlenimini vermektedir.

Emevîlerin dinî olmayan yapı türlerinin başında saraylar gelir. Bugün bunların tümü de birer yıkıntı halindedir. Yapıların planları, örtü şekilleri ve dekorasyonu kazılarda çıkan buluntulardan öğrenilmiştir. Şehirlerden uzakta, çölde bulundukları için, bunlara “çöl sarayı” ya da “çöl kasrı” denir. Oysa doğa incelemeleri buraların, o zamanlar sulak topraklar, vahalar olduğunu ortaya koymuştur. Bu saraylar, mimarileri kadar süsleme sanatları açısından da büyük önem taşımaktadırlar. Amman’ın 35 km. güneyinde bulunan Mşatta Sarayı’nın VIII. yüzyılda yapıldığı sanılmaktadır. Kare planlı olup, kaleyi andıran kalın duvarları vardır. Kazılar yapının tamamlanamadığını göstermiştir. Ana eksen üzerinde, girişte simetrik konumlu mekânlar ve bir mescit, ortada bir şeref avlusu, kuzeyde ise yonca planlı bir taht salonu ve yine simetrik konumlu mekânlar yer alıyordu. Sarayın çok ince bir işçilik gösteren oyma taş süslemeleri sanat tarihinde büyük önem taşır. Duvar zikzak çizgilerle üçgenlere bölünmüş, her üçgenin ortasına akantus yapraklarından oluşan kabartma birer rozet yerleştirilmiştir. Üçgenlerin zemini de ince kıvrık dallar ve hayvan figürleriyle doldurulmuştur. Bu figürlerde Helenistik etkiler göze çarpar. Mescidin bulunduğu yöndeki duvarda bitkisel motiflerle yetinilmesi, hayvan figürü olmaması ilginçtir. VIII. yüzyılın ilk yarısına ait Hırbet el Mefcer, Emevî saraylarının en büyüklerinden biridir. Kazılarla ortaya çıkarılan sarayın, hamam bölümünü ve zeminini zengin döşeme mozaikleri kaplamaktadır. Geometrik desenli bu panoların her biri, birer halıyı andırır. Hamamdaki panolardan biri figürlü olmasıyla dikkati çeker. Ortada büyük bir ağaç, ağacın iki yanında da hayvan figürleri yer alır. Solda iki gazal, sağda ise yine bir gazal ile ona saldıran bir aslan tasvir edilmiştir. Bu figürlerin sembolik anlamlar taşıdıkları sanılmaktadır. Saraydaki alçı kabartma ve heykeller de Emevî sanatında önemli bir yer tutar. Dekoratif bir saçak önüne tünemiş gibi sıralanan, doğal büyüklükteki yüksek kabartma keklik figürleri dikkati çeker. Bir alçı tavanın göbeğinde yer alan, akantus yaprakları arasında tasvir edilmiş bir dizi kabartma büst de Erken İslâm sanatının ilginç örneklerindendir. Sarayda çok sayıda alçı heykel de bulunuyordu.

Abbasîlerden önceki İslâm şehirciliği konusundaki bilgilerimiz çok kısıtlıdır. Bu konuda bilinen ilk örnek, 762-765 yıllarında Abbasî halifesi Mansur’un kurdurduğu Bağdat şehridir. Kaynaklardan edinilen bilgilere göre ilk Bağdat şehri daire planlıydı ve iç içe iki sur duvarı dıştan bir hendekle çevrelenmişti. Şehrin dört kapısına bulundukları yöndeki komşu şehirlerin adı verilmişti. Haç planlı saray ve yanındaki cami şehrin merkezinde yer alıyordu. 766 yılında yapılan Bağdat Ulu Camii kerpiç duvarlı, ahşap sütunlu ve düz damlı basit bir yapıydı. Halife Harun Reşid, 808’de yapıyı planını değiştirtmeden tuğla duvarlı olarak yeniden yaptırmıştır. Bağdat 892’de Abbasîlerin başkenti olunca, artan nüfus nedeniyle camiye aynı planda ikinci bir bölüm eklenmiştir. Ancak, Bağdat şehrinin bu dönem yapılarından günümüze, ilk camiye ait basit bir mihraptan başka hiçbir şey gelmemiştir.

Abbasî şehirleri arasında Samarra’nın ayrı bir önemi vardır. Abbasîlerden sonra hiç oturulmadığından üzerinde başka dönem ve kültürün izine rastlanmadığı için Abbasî şehirciliğini en katıksız biçimde yansıtır. Samarra, Dicle kenarında Bağdat’ın yakınındadır. Bağdat’ın dairesel ve düzenli planı burada yerini araziye uydurulmuş, uzun bir plana bırakmıştır. Dicle kıvrımlarına paralel olarak uzanan şehrin büyük bölümü kazılarla ortaya çıkarılmıştır. Buluntular, Abbasî cami, saray, türbe ve ev mimarisi ile zengin süsleme sanatı hakkında bilgi vermektedir. Samarra, 836 yılında Halife Mutasım tarafından Abbasî hizmetindeki Türk birlikleri için “ordugâh şehri” olarak kurdurulmuş, 883 yılında terk edilmiştir.

Samarra Ulu Camii, öteki adıyla Mütevekkiliye Camii, İslâm dünyasının en büyük cami yapılarından biridir. 150.000 kişi burada bir arada namaz kılabiliyordu. Basit mimarisi, ilk İslâm cami planının anıtsal ölçüler içinde tekrarından ibarettir. Yapımında tuğla ve kerpiç kullanılan caminin ilginç bir minaresi vardır. Kare tabana oturan dev boyutlu bu anıtsal minareye geniş bir rampa ile çıkılır. Bu minare formu, yine Samarra’da Ebu Dulaf Camii’nde tekrarlanmış ve bir daha kullanılmamıştır. Samarra’ın ikinci büyük camii olan Ebu Dulaf Camii, 860 yılında yapılmıştır. Kalıntılar daha gelişmiş bir mimarinin varlığını ortaya koymaktadır. Harem bölümü, kemerli duvarlarla birbirinden ayrılan neflerden oluşmuş ve üzeri düz bir çatıyla örtülmüştü. Samarra’nın saray ve evlerinde kullanılan çeşitli süsleme arasında mermer tozu ve alçı karışımıyla yapılan “ıtuk” kabartmalar önemli bir yer tutar. Bu kabartmalarda iki farklı teknik kullanılmıştır: Dik kesim ve eğri kesim. Dik kesimde motifler yaş sıva üzerine dikine olarak oyulmakta, böylece ışık-gölge kesin çizgilerle birbirinden ayrılarak kuvvetli bir kontrast etkisi sağlanmaktadır. Eğik kesimde ise daha yumuşak bir plastik etki söz konusudur. Eğik kesim, Türklerin İslâm sanatına belki de ilk katkısıdır. Bu teknik daha önceleri Orta Asya sanatında Türkler tarafından kullanılmıştır. Dik kesimde daha natüralist, eğik kesimde ise daha stilize bir üslup görülür.

İslâmlığın erken dönemlerine ait önemli yapılardan biri de Tunus’un Kayrevan şehrindeki Seydi Ukba Camii’dir. Yapımı 670’de Kuzey Afrika fatihi Ukbe bin Nafi tarafından başlatılan cami, ilk İslâm camileri planındaydı. 724-727 yıllarında yenilenen yapının minaresi bu sırada yapılmıştır. Cami bugünkü şekliyle Aglebiler dönemine aittir. Harem bölümü, kıbleye dik 17 nefle kıble duvarına paralel bir neften oluşmuştur. Birbirinden sütunlarla ayrılan nefler bir sütun ormanını andırmaktadır. Zengin süslemeli sütun başlıkları eski Kartaca şehrinin kalıntılarından toplanmıştır. Sütunlar da Roma dönemi yapılarından alınmıştır. Orta nef daha geniş olup iki ucunda birer kubbe yer almaktadır. Yapının simetrik planı, ana eksen üzerinde bulunan iki kubbe ile daha belirgin kılınmıştır. Avluyu kemerli bir revak çevrelemektedir. Minare, Kuzey Afrika’ya özgü kare planlı minarelerin tipik bir örneğidir. Yukarı doğru daralan kübik elemanlardan oluşmuştur. Mihrab ve çevresi zengin süslemeleriyle dikkati çeker. Mihrab duvarında perdahlı teknikte kare çiniler kullanılmış, bunlar köşeleme olarak yerleştirilmişlerdir. Mihrab girintisi ise mermer levhalarla kaplanmıştır. Motiflerin oyma ve ajur teknikleriyle işlendiği mermer levhalarda ustalıklı bir işçilik göze çarpar. Genellikle Helenistik motiflerin İslâm zevki içinde eritilmesi söz konusudur. İstiridye motifleri, akantus ve asma yaprakları çok kullanılmıştır. Ahşap minber de o dönem ahşap işçiliğinin en görkemli örneklerinden biridir. Her birinde değişik motiflerin yer aldığı çeşitli boyutta panolardan oluşmuştur. Panolar oldukça simetrik bir düzende yerleştirilmiştir. Geometrik süslemenin yanı sıra hayat ağacı, kozalak ve asma yaprağı gibi bitkisel motiflere de rastlanmaktadır.

İslâm sanatı, İslâmlığın yayıldığı bütün bölgelerde yöresel üsluplarla kaynaşarak zengin örnekler ortaya koymuştur. Bu örneklerden biri de İspanya’nın bugünkü adıyla Cordoba kentindeki Kurtuba Camii’dir. Yapımı Endülüs Emevî hükümdarı I. Abdurrahman tarafından 785 yılında başlatılan cami, Vizigot yapılarından devrilen malzeme ile kısa sürede tamamlanmıştır. Ancak şehrin daha sonra Hıristiyanların eline geçmesiyle aynı yere yapılan katedralin alanı içinde sıkışıp kalmıştır. Harem bölümünde yer alan at nalı biçimindeki çift katlı kemerlerin iki renkli oluşu iç mekâna çekici bir görünüm kazandırmaktadır. Yapının iç süslemesindeki desen ve renk zenginliği göz kamaştırıcıdır. Mihrab bölümünde sadelikle ihtişam bir arada, şaşırtıcı bir ustalıkla kullanılmıştır. İslâmlığın bu ilk döneminden sonra bölgelere göre değişen, çok çeşitli üsluplar ortaya çıkmıştır. İslâm sanatı, Türklerin İslâmlığı kabulünden sonraki katkılarıyla daha da gelişmiştir.

Kaynak

Yıldız Demiriz

 
 
ISTANBUL
 
 
 
 
 
Bugün 54 ziyaretçi (125 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol