Türkler
Orta Asya Türk sanatının temeli göçebe hayata dayanır. Bu nedenle saraylar ve tapınaklar yapmamışlardır. Hunlar dönemine ait etrafı surlarla çevrili yerleşim merkezleri bulunmasına rağmen genellikle göçebe hayata uygun eşyalar Orta Asya Türk sanatının örnekleridir. Göktürk Kitabeleri önemli bir sanat eseri olarak görülür.
Halk demircilik, dokumacılık, ahşap işlemeciliği, süslemecilik yapmıştır. Süslemede hayvan figürleri kullanılmıştır (hayvan üslubu). Kurgan; tepe biçiminde mezarlardır. Kazakistan’ın Almatı şehrine yakın Esik Kurganı en ünlüsüdür. M.Ö. V. – IV. yy’a aittir. Altın eşyalar, seramik küpeler, gümüş çanaklar bulunmuştur. “Altın Adam” adlı altından yapılmış bir zırh bulunmuştur.
Halı Dokuma
Dokumacılık gelişmiş olup dünyanın en eski halısı, ilk düğümlü halı örneği Orta Asya’da, Asya Hunları’na ait olduğu kabul edilen Pazırık Kurganı’nda ortaya çıkarılmıştır. Halı ilk kez Hunlar tarafından koyun yününden dokunmuş ve kullanılmıştır. Orhun Bölgesi’nde bulunan halı ve kilim örnekleri Türklerde dokumacılığın geliştiğini göstermektedir.
Resim
Resim sanatında Hunlardan kalma insan ve hayvan figürleri bulunmuştur. Göktürk Kitabeleri’nde savaşları konu alan tasvirler vardır. Uygurlar döneminde gelişmiştir. Uygur şehirlerinin kalıntılarında minyatürler bulunmuştur. Bu minyatürler Türk resim sanatının ilk önemli örnekleridir. Moğollar aracılığıyla İslâm dünyasına girmiş ve etkilemiştir. Türklerden kalma birçok eserin üzerinde insan ve hayvan resimlerinin bulunması, Türklerin resim sanatı ile ilgilendiklerini göstermektedir. Uygurlarda, fresko (duvar resmi) ve minyatür sanatı oldukça gelişmiştir. Saraylara ait duvar kalıntılarında fresko örnekleri vardır. Fresk, yaş duvar sıvası üzerine kireç suyunda eritilmiş madeni boyalarla resim yapma yöntemidir. Uygur ressamlarına “bedizci” adı verilmiştir.
Mimarlık
Konargöçerlikten dolayı Uygurlara kadar eser görülmez. Hun ve Göktürk dönemlerinde kalıcı sağlam yapılar yoktur. Zaman zaman kerpiçten evler yapmışlardır. Uygurlar döneminde evler, tapınaklar ve şehirler yapmışlardır. Tek katlıdır. Mani ve Budizm’in etkisi ile mimari gelişmiştir. Şehirlere “balık” adını vermişlerdir. Beşbalık, Ordubalık, Turfan şehirleri Uygurlara aittir. Şehirlerin çevresi surlarla çevrilidir. Çin’de Mani ve Buda dinine ait mabed yapımında çalışmışlardır.
Müzik
İlk örnekler kopuz eşliğinde söylenen destanlar, kahramanlık hikâyeleri ve aşk türküleridir. Kopuz, Türklerle birlikte Mısır, Suriye, Balkanlar, Macaristan, Polonya, Rusya, Ukrayna ve Almanya’ya kadar yayılmıştır. Söyledikleri besteye “ır” (yır), sazlarla çalınan melodiye “küg” denmiştir. En gelişmiş sanatlardan biridir. Askeri bando yaygın olup ordugâhlarda ve hükümdarın huzurunda ır ve küglerden her gün dokuz parça çalınırdı. Bu durum hükümdarlık alâmetlerindendir. Göktürk ve Uygurlarda nefesli çalgılar kullanılmıştır. Türk ordularından Avrupa’ya geçen çalgılar kudüm (timpani bas davul), zurna (obua), çevgan (çıngıraklı asa), Türk kanunu (kitara)’dır.
Tiyatro
Uygurlarda orta oyunu vardır. Kaynaklar, IX. yüzyıl sonlarında Uygurların Beşbalık şehrine gelen Çin elçisi şerefine verilen ziyafette orta oyununa benzer oyunlar oynandığını yazmaktadır.
Sanat
Eski Türk topluluklarında sanat eserleri genellikle taşınabilir malzeme üzerine işlenmiştir. Sanatta bu özelliğin ortaya çıkmasının temel sebebi Türklerin göçebe bir yaşam tarzını benimsemiş olmalarıdır. Gündelik eşyalar, kılıç kabzaları, kemer tokaları ve çadırlar hayvan figürleriyle ve kıymetli taşlarla süslenmiştir. Türk sanatındaki bu tür süslemeye hayvan üslubu denilmiştir. Hayvan üslubunun Türk sanatında yaygın olarak kullanılması yaşam tarzının bir toplumun kültürü üzerindeki etkisine örnek gösterilebilir.
Müslüman Türk devletlerinde, büyük kısmı şaheser sayılacak derecede, mimarî, kitabe, hat, tezhib, süsleme, minyatür, çini, halı, kilim gibi mükemmel sanat eserleri yapılmıştır. Asya içlerinden Akdeniz'e, Oğuz bozkırlarından Hindistan ortalarına ve Mısır'a kadar uzanan geniş sahada, o devrin Türk devletlerinden kalma saray, cami, mescit, imaret, han, hamam, dârüşşifa, medrese, hanekâh, türbe, künbet, şadırvan, çeşme, sebil, kale, sur ve mezar sandukası gibi binlerce sanat eseri günümüze kadar gelmiştir. Türkler, bu çağda, sanat dünyasına önemli yenilikler getirmişlerdir. Medrese ve medrese-cami mimarîsi, çift kubbe inşaatı, silindir biçiminde bazen yivli, yüksek, ince minare tipi, demet sütun, sivri kemer, pencerelerin katlar halinde sıralanması, kubbe yapımında Türk üçgenleri, dikdörtgen veya beş köşeli mihrablar bunların belli başlılarındandır. Yazı, minyatür, tezhib ve süslemede, büyük hamleler olmuştur. Taş işçiliği, kuyumculuk, kakmacılık, bakır işçiliği, zırh, kemer, kalkan, mineli cam yapımı, seramik, dokumacılık, halıcılık ve döküm sanatının en zarif örnekleri verilmiştir. Bunların taşınabilir olanları, hâlâ Türk ve dünya müzelerinin gözde eserleri durumundadır. Taşınamaz olanları ise, Türkün ayak bastığı her yere, açık hava müzesi görünümü verir.
İlk Türk Devletlerinden Günümüze Kadar Gelen Sanat Eserleri
Macaristan’da yapılan kazılarda Avarlara ait pek çok tunç, gümüş ve altın ziynet eşyası bulunmuştur. Bu bilgiye bakılarak Avarların değerli madenleri tanıdıkları söylenebilir. Anadolu Selçuklu dönemine ait eserler; Sivas Gök Medrese - Eşrefoğlu Camii - Sultan Han Gök-Medrese, Sultan Han, Gevher Nesibe Külliyesi, Keykavus Şifahanesi Anadolu Selçuklu dönemine aittir. Büyük Hun İmparatorluğu döneminden kalan kurganlarda bulunan taşınabilir malzemeden yapılmış silahlar, eyerler ve elbiselerin hayvan resimleriyle süslendiği görülmüştür. Sivas’ta bulunan Keykavus Şifahanesi Anadolu Selçuklu döneminde yapılmıştır. Batman yakınlarındaki Hasankeyf’te Artuklulara ait eserler bulunmaktadır.
Türk İslâm Sanat Eserleri Müzesi
Halı sanatının dünyadaki en zengin koleksiyonunu oluşturan halı bölümü ayrı bir önem taşımış ve müzenin uzun yıllar bir “Halı Müzesi” olarak ünlenmesine neden olmuştur. Müze, yalnızca Türkiye’nin değil, dünyanın en zengin halı koleksiyonuna sahiptir. Ender Selçuklu halılarının yanı sıra, XV. yüzyıla ait seccade ve hayvan figürlü halılar, XV.-XVII. yüzyıllar arasında Anadolu’da üretilen ve Batı’da “Holbein Halısı” olarak anılan geometrik desenli ya da kûfî yazıdan esinlenen halılar bu bölümün en değerli parçalarını oluşturur. İran ve Kafkas halıları, ünlü Uşak ve saray halı örnekleriyle zenginleşen Türk ve İslâm Eserleri Müzesi halı koleksiyonu bugün dünyada halı sanatı üzerine ciddi bir inceleme yapmak isteyenlerin başvurmaları gereken bir kaynaktır.
El Yazmaları ve Hat Sanatı Bölümü
VII. yüzyıldan XX. yüzyıla uzanan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi yazma koleksiyonunun büyük bir bölümünü oluşturan Kur’ân-ı Kerîm’ler Müslümanlık’ın yayıldığı geniş coğrafi bölgelerden gelmektedir. Emevî, Abbasî, Mısır ve Suriye Tulunoğulları, Fatımî, Eyyubî, Memlûk, Moğol, Türkmen, Selçuk, Timurî, Safavî, Kaçar ve Anadolu Beylikleri ile Osmanlı hat sanatının eserlerinin bir arada izlenebildiği ender koleksiyonlardandır. Elyazmaları arasında, Kur’ân’ların dışında, çeşitli konularda yazılmış (bazıları resimli) kitaplar, gerek konuları, gerek yazı stilleri, gerek ciltleri bakımından ilgi çekicidir. Osmanlı sultanlarının tuğralarını taşıyan fermanlar, beratlar, her biri bir sanat eseri niteliğindeki tuğralar, Türk ve İran minyatürlü yazmaları, divanlar Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ni, bu alanda da, dünyanın önemli müzelerinden biri durumuna getirmektedir.
Ahşap Eserler Bölümü
Bu koleksiyonun en önemli parçalarını IX.-X. yüzyıl Anadolu ahşap sanatının örnekleri oluşturmaktadır. Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi’nden kalan ender parçaların yanı sıra, Osmanlı Dönemi’nin sedef, fildişi, bağa işlemeli ahşap eserleri, kakma sanatının eşsiz örnekleri, Kur’ân cüzü muhafazaları, rahleler, çekmeceler bu zengin koleksiyonun ilgi çekici parçalarıdır.
Taş Sanatı Bölümü
Emevî, Abbasî, Memlûk, Selçuklu, Osmanlı dönemlerine ait, kimi motifli kimi figürlü, ama hemen hepsi yazılı taş eserler Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde bir araya getirilmiştir. Selçuklu Dönemi taş sanatının ender ve seçkin örnekleri, av sahneleriyle, sphenks, griphon, ejder gibi masallarda yer alan figürlü mezar taşları, kûfî yazılı Erken Dönem taş eserler, Osmanlı hat sanatının bir uzantısı olan değişik üsluplarda yazılmış kitabeler gerek nitelik, gerek nicelik açısından önemlidir.
Seramik ve Cam Bölümü
1908-1914 yılları arasında yapılan kazılarda bulunmuş keramik eserlerin ağır bastığı bu koleksiyonda Samarra, Rakka, Tel Halep, Keşan kaynaklı olanlar başta gelmektedir. Böylece Erken-İslâm Dönemi keramik sanatının aşamalarını Türk ve İslâm Eserleri Müzesi koleksiyonunda izlemek mümkündür. Anadolu Selçuklu ve Beylikler Dönemi’ne ait, mozaik, mihrap ve duvar çinisi örnekleri ile Konya Kılıçaslan Sarayı alçı süslemeleri koleksiyonun bir başka önemli bölümünü oluşturmaktadır. Osmanlı çini ve keramik sanatı örnekleri, Yakın Dönem Kütahya ve Çanakkale seramikleri ile noktalanmaktadır. Cam koleksiyonu ise, IX. yüzyıl İslâm cam sanatı örnekleriyle başlayıp, XV. yüzyıl Memlûk kandillerini, Osmanlı Dönemi cam sanatı örneklerini kapsamaktadır.
Maden Sanatı Bölümü
Büyük Selçuklu İmparatorluğu dönemine ait, tarihli ender örnekler Anadolu Selçuklu döneminden havan, buhurdan, ibrik, ayna, dirhemlerle başlayan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi Maden Sanatı Koleksiyonu, Cizre Ulu Camii kapı tokmakları ve İslâm maden sanatı alanında önemli bir yeri olan burç ve gezegen sembolleriyle bezeli figürlü XIV. yüzyıl şamdanlarıyla önemli bir koleksiyon oluşturmaktadır. XVI. yüzyıldan başlayıp, XIX. yüzyıla ulaşan Osmanlı maden sanatı örnekleri arasında ise gümüş, pirinç, tombak, murassa (değerli taşlarla süslü) sorguç, kandil, gülabdan, buhurdan, leğen ve ibrikler yer almaktadır.
Etnografya Bölümü
Uzun yıllar boyunca toplanan etnografik parçalar, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nin İbrahim Paşa Sarayı’na nakliyle sergilenme olanağını bulmuştur. Müzenin en genç bölümü olan bu koleksiyonda, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden toplanmış halı-kilim tezgâhları, dokumalar, yün boyama teknikleri, halı dokuma ve işleme sanatı örnekleri, yöresel zenginlikleri içinde kostümler, ev eşyaları, el sanatları, el sanatı aygıtları, göçer çadırları kendilerine özgü mekânlar içinde sergilenmektedir.
Sanat ve Mimari
İlk Türk kültür ve medeniyeti, Türklerin devlet kurduğu coğrafyanın etkisi ile “Bozkır Kültürü” ve “Bozkır Medeniyeti” olarak adlandırılmaktadır. Hayvancılığa dayalı yaşam biçimi, Türk sanatında hayvan üslubu olarak adlandırılabilecek bir üslubun baskın olmasını sağlamıştır. Türk sanatının en tipik özelliği hayvan motiflerinin çok fazla kullanılmış olmasıdır. Türkler “göçebe” ve “yarı göçebe” bir hayat tarzı sürdürdüklerinden, yani yazın “yaylak” adı verilen yerlerde, kışın ise “kışlak” olarak adlandırılan yerlerde yaşadıklarından “çadır” yapma ve burada kullanılan eşyaları süslemeye dayalı “süsleme” sanatları gelişmiştir. Bu durum Türk sanatında “kubbe” ve “yuvarlak kümbet” anlayışının ortaya çıkmasını ve bunun geliştirilmesini sağlamıştır. İslâmiyet öncesi Türk devletlerinde, dinî inanışların etkisi ile mezarlara dikilen “balballar” ve “heykeller”, ölen kişinin mezarına konan eşyalar, günümüzde yapılan arkeolojik kazılarda gün yüzüne çıkarılmış ve Türk sanatının erken dönemleri hakkında önemli bilgilerin elde edilmesini sağlamıştır.
İslâmiyet öncesi Türk toplumunda müzik, “kam”ların veya “Şaman”ların “Şaman davulu” kullanarak oluşturdukları ritmik ezgi eşliğinde yönettiği dinî törenlerde icra edilmiştir. Daha sonraları “ozan”lar, “kopuz” adı verilen sazları eşliğinde destanları icra etmişlerdir. Özellikle Uygur döneminde yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte, sanat bakımından da önemli gelişmeler yaşanmıştır. Türk boyları arasında “kubbeli türbeler” ve “köşe üçgenleri” ilk kullananlar Uygurlardır.
Ayrıca Uygurlar, minyatür sanatının İslâm dünyasına yayılmasını sağlamışlardır. Türkler İslâmiyet’i kabul ettikten sonra özellikle dinî mimariye büyük önem vermişlerdir. Karahanlılar döneminde ilk camiler kerpiçten yapılmış ve alçılarla kaplanmıştır. Daha sonraki dönemlerde ise tuğla kullanılarak çeşitli yapılar inşa edilmiştir. Selçuklular döneminde ise mimaride önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bu dönemde Türkler; Orta Asya Türk mimarisi ile İslâm mimarisini birleştirerek önemli eserler vermişlerdir. İslâmiyet’in kabulünden sonra, özellikle de Selçuklu döneminde Türk mimarisinde de belirgin bir gelişme göze çarpmaktadır. Bu dönemde süsleme amacıyla bitki ve hayvan motiflerinin yanında, yazı ve geometrik şekiller de kullanılmıştır. İslâmiyet’in etkisi ile insan figürleri kullanılmamıştır. Selçuklu döneminden günümüze ulaşan cami, mescit, türbe, külliye, han ve hamamlar, saray ve köşkler; Türk mimarisinin en güzel örneklerini oluşturmaktadır. Bu mimari eserlerin büyük bir kısmı Türkiye’de bulunmaktadır. Bu dönemde, dinî mimaride cami, türbe, kümbet, medrese, tekke ve zaviyeler; askerî mimaride sur, kale ve hisarlar; ticarî mimaride köprü ve kervansaraylar; sivil mimaride ise saray, köşk, han ve hamam gibi eserler inşa edilmiştir.
Süsleme sanatlarından “minyatür, çini, halı ve kilim” çok gelişmiştir. Selçuklu dönemindeki bu gelişme, Osmanlı döneminde zirveye ulaşmıştır. Mimar Sinan gibi bir dâhi tarafından yapılan mimarî eserler, birer şaheserdir. XVIII. yüzyılda “Lale Devri”nde, Türk sosyal ve kültürel hayatında Avrupa etkisi, mimaride de görülmeye başlanmıştır. 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte yaşanan hürriyet ortamında ve milliyetçilik akımının etkisi ile Türk kültür ve sanatında da millî bir tarz oluşturma çabaları ağırlık kazanmıştır. Mimar Kemalettin Bey ve Vedat Beylerin öncülüğünde Türk mimarlığı yeni bir döneme girmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllarda da mimaride millî bir tarz oluşturma çabaları devam etmiş, 1927 ve sonrasında ise Batılı mimarların yaptığı eserler, Türk mimarisine damga vurmuştur. İkinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan siyasî gelişmelerin etkisi ile yeniden bir millî mimarî çabası başlamıştır. Türk mimarisinde, 1950’li yıllardan sonra Batı etkisine dayalı bir mimarî anlayışı görülmektedir. Mimaride yaşanan bu gelişme evreleri, Türk sanatının bütünü için geçerli bir gelişme çizgisidir.
Eski Türklerde resim sanatının doğuşu bozkır kültürünün başlangıcına kadar geri gider. Proto-Türk devri ve Hun devrinde Türkler için kendine özgülük yanı da olan resimden daha doğrusu tasvir sanatından söz edebiliriz. En erken devirlerden itibaren görülen kaya resimleri (petroglif) kaya ve mağara yüzeyleri üzerine yapılmışlardır. Bunlardan bazıları boya ile yapılmış bazıları da kazıma ve çizme yoluyla gerçekleştirilmiştir. Kaya resimleri Orta ve İç Asya'da milattan önceki bin yıllardan M.S. XIV. ve XV. yüzyıllara kadar çok çeşitli konuları kapsar. Özellikle erken tarihli örneklerde av kültürü ve sembolizmini yansıtan resimler egemendir. Bu resimlerin bazılarında sembolik anlamları ihtiva eden “hayvan mücadele sahneleri”nin proto-tiplerini ve sonraki bazı örneklerini meydana getiren birbirleriyle mücadele eden hayvan figürlerine rastlıyoruz. Zıt kavramların mücadelesini (iyi kötü, aydınlık karanlık vb.) sembolize eden bu mücadele sahneleri insan-hayvan mücadele sahneleriyle beraber tarih öncesi devirlerdeki “hayvan-ata” inancı ve “hayvan biçimine girme” teması ile ilgilidir. Kaya resimlerinde ayrıca süvari tasvirleri, savaşan insan figürleri, arabalı çadır tasvirleri bazen kuyruğu düğümlü “moncuk” denilen püskül süslemeli at tasvirleri kurt, dağ keçisi, geyik vb. çeşitli sembolik ve mitolojik anlamlara sahip hayvanlarla ilgili kompozisyonlar dinî inançlar ve günlük hayata ait sahneler vb. çeşitli unsurlar yer almaktadır.
Kaya resimlerinin en erken örnekleri Orta Asya'da Mezolitik veya erken Neolitik devirlere ait olarak bulunmuştur. Bu kaya resimleri arasında özellikle Güney Özbekistan'daki Za-raut Kamar mağarasında ve Doğu Pamirler'daki Sakta (Shakhta) mağarasında yer alan resimler önemlidir. Göktürk kaya resimleri ise pek fazla bir değişikliğe uğramaksızın sürmekteydi. Orhon ve Tula bölgesindeki pek çok örnek bunu doğrular. Ancak Göktürk devri kaya resimleri Trans-Baykal Güney Sibirya ve Yakutistan'a kadar olan çok çeşitli bölgelere yayılmıştır. Bu resimlerde daha çok av ve süvari resimleri mevcuttur.
Eski Türk resminin asıl temsilcileri sanata çok ilgili olan Uygur Türkleridir. Kaya üzerinde bulunan Göktürk yazıtı Klasik Uygur resim üslûbu IX. yy.'da başlar ve XIII. yy.'a kadar varlığını devam ettirir. Daha sonra gelen ve XV. yy.'a kadar devam eden dönemde yabancı tesirler artar ve klasik üslûp kaybolur. Uygur resim sanatının genel ifadesi İç Asya Türk sanatının etkisiyle ortaya çıkmıştır. Her ne kadar Büyük İskender ile birlikte gelen Helenistik üslûbun ışık-gölge ile hacimleri meydana çıkarma tekniği bir müddet söz konusu olmuşsa da bu kesinti devresinden sonra yine Orta Asya'nın İç Asya'dan devraldığı üslûp devam etmiştir. Bu üslûp özellikle kaya resimlerine dayanan çizgi tarzının hâkim olduğu ifadeyi tercih ediyordu. Bazen yaldızın da kullanıldığı resimlerde Klasik Uygur devrinde kırmızı renk gök rengi ve yeşil kullanılıyordu. Renkler çoğu kez parlak ve canlıydı.
Uygur resim sanatında kompozisyonlar kaya tapınaklarının duvar yüzeylerine olduğu gibi ipek kumaşlar üzerine ahşap materyal ve kâğıt üzerine de yaygın olarak yapılıyordu. Duvar resimlerinde doğal boyalar kullanılıyordu. Resimler bazen doğrudan doğruya düzleştirilmiş duvar üzerine bazen de yaş sıva üzerine uygulanıyordu. Boyalar bazen tempera tekniği kullanılarak elde ediliyordu. Anlaşılacağı üzere resimlerde çok çeşitli konular yer almaktadır. Bunların başında dinî sahneler gelir. Bu arada Türklerce kabul edilen Maniheizm ve diğer dinlere ait konuları içeren resimlere de rastlanır. Aynı zamanda sembolik çiçek tasvirleri ve hayvan tasvirleri de önemli bir yer tutar. Bu konuların dışında günlük yaşantı ile ilgili sahneler, çeşitli destan ve efsaneler, din adamları, süvariler, prens ve prensesler de resimlerde yer alır. Bu resimlerin bir bölümünde portre anlayışının yer alması Türk sanat tarihi bakımından oldukça önemlidir. İnsan yüzüne kişisel bir özellik vermek yani portre sanatı ilk defa 750 yılından sonra Türk duvar resimlerinde başlamıştır. O zamana kadar insan vücudunun diğer kısımları gibi yüz de şemalara göre çiziliyor ve resmin altına kişinin adı yazılarak ayırt ediliyordu. Fresklerde resimlerini yaptırmak isteyen kimseler tasvir ediliyor böylece çeşitli insan grupları Hint ve Çin rahipleri, Toharlar İranlılar görülüyordu.
Uygurlar kendilerinden farklı insanlar üzerinde dikkatlerini toplayarak bunları tiplere ayırdılar ve kendilerini de daha belirli olarak görmeye başladılar. Bu durum onlara portre sanatı yaratmak ve geliştirmek imkânını kazandırdı. Portre benzerliği aynı kıyafet ve duruştaki yan yana sıralanmış rahip resimlerinde açıkça bellidir. Bunların yüzleri çeşitli insanları gösteriyor. Diğer resimlerde de kendini belli eden bu portre sanatı kişisel düşünce ve şuur bakımından çok önemli bir ilerlemeyi gösteriyor. Portre sanatının doğmasında eski geleneklerin de rolü olmuştur. Uygurlar zamanından kalan minyatürler Maniheist kitaplarındaki sayfalardır. Bunlar kısmen dinî kısmen dünyevî sahneleri canlandırırlar. Bunlardan başka büyük resimler sayfalar ve sancaklar kalmıştır ki bunlar Mani mabetlerinde saklanır ve âyinlerde kullanılırdı. Bu Uygur minyatürleri daha sonra İslâm minyatürlerinin kaynağı olmuştur. Uygurlar VII. yy.'da Budizm’i ve Bögü Kağan 762’de Mani dinini kabul etmişti. Uygurların sanatı daha çok Budizm olmakla beraber bu iki dinin çerçevesinde gelişmiştir. Manihaî minyatürler Turfan ve Kansu'da Orta İran (Pehlevî) veya Türk dilinde ya da iki dil karışık olarak yazılan dinî kitaplardadır. Bunların üslûp özellikleri uzun zaman devam etmiştir. VIII.-IX. yy. lacivert zeminli minyatürlerde çizgi ve ışık gölge aynı zamanda kullanılmıştır. Bu Manihaî yazmalar Hoça'da hüküm süren Uygur kağanlarına ithaf ediliyordu. Bögü Kağan'ın himayesiyle Mani dini yaşayabilmiş Hoço Kansu ve Çin'de mabetler yaptırılmış bu sayede Uygurlardan Manihaî minyatür ve resimler kalmıştır. Uygur sanat merkezleri 768'de manastırların yapıldığı kağanın sarayı bulunan kışlık merkez ve kutsal şehir Hoço, bunun kuzey yakınında Bezeklik, doğu yakınında Tuyak, Bezeklik'in doğusunda Sengim, Hoça'nın kuzeyinde Turfan, Murtuk, Sassık, Bulak, Yar, Hoto, Sorçuk, Ming, Öy, Kum, Tura ve diğer şehirlerdir.
|