Japon
Japonya yüzyıllar boyunca dışa kapalı bir ülke oldu. Japon sanatı özellikle III. yüzyıldan sonra gelişti. Japonlar IV. yüzyılda Çin yazısını benimsedi. Budhacılık'ın ve saray kültürünün egemen olduğu VI.-XIX. yüzyıllar arasında Japonya, Çin kültürünün etkisi altında kaldı. Saraylar Çin'den gelen ya da taklit edilen eşyalarla donatıldı. Buda heykellerinin en kusursuzları, tapınakların en görkemlileri yapıldı. Japonlar tunç heykel yapımında çok ustalaştılar. Dinsel konuları içeren büyük duvar panoları, Hint etkisiyle çok kollu tanrılar, korkunç görünüşlü tek ya da grup halinde hayvan resimleri yaptılar.
VII.-XI. yüzyıllarda öykülü resimler yapıldı. Bu resimler sanki bir evin tavanı kaldırılmış da içi görünüyormuş gibi olurdu. Japonlar ağaç oymacılığında ve ağaçtan heykel yapımında çok ileriydiler. Dinsel bayramlarda yapılan dansların figürlerini betimleyen ağaç heykeller yaptılar. Hem dinsel, hem ulusal içerikli tiyatro oyunlarında kullandıkları maskeler de ağaçtan oyularak yapılıyordu. İhtiyar adam, genç kız, şeytan gibi bazı tipler maskelerle canlandırılıyordu. Böylece bir maske sanatı gelişti.
Zen Budacılığı'nın Japon sanatı üzerinde çok belirgin bir etkisi oldu. Zen, dinginlik ve uyum arayışı içinde doğa ile bütünleşen bir dindi. Hızlı fırça vuruşları ile ipek üzerine bazen bir manzara, bazen tomurcuklu bir bahar dalı yapan ressamın beklentisi, bu dalın insanın zihninde çiçek açmasıydı. Zen rahipleri Japonya'da bir “çay bahçesi kültürü” geliştirdiler. Çay bahçeleri bir ressamın özeni ve yaratıcılığıyla düzenlenirdi. Çaylar içildikten sonra resimlere bakılırdı. Japonya'da bugün hâlâ süren ince zevkin kaynağında bu çay bahçesi geleneği vardır. Resimlerdeki duygulu anlatım, rahat ve dengeli kompozisyonlar özellikle dikkat çekicidir.
XVI. yüzyılın sonunda ve XVII. yüzyılın başında Sotatsu No-nomura ve Koetsu Honami yaptıkları yelpaze resimleri, lake ve hat işleri ve bahçe tasarımlarıyla dikkati çektiler. Ogata Korin (1658-1716), kumaş desenleri ve lake çalışmalarıyla kendinden sonra gelen sanatçıları etkiledi. Doğayı çok iyi tanıyan Korin, soyut desenlerle süslediği paravanalar ve seramiklerle de ün kazandı. Yeni bir resim geleneğinin öncüsü oldu.
Öteden beri çok güzel oymabaskıların yapıldığı Japonya'da XVII. yüzyılda ağaç baskılar halk arasında yaygınlaştı. Yalnız siyah beyaz değil, renkli baskılar da yapılmaya başlandı. Kumaş üzerine yapılan bu baskılarda günlük konulara da yer veriliyordu. XIX. yüzyılda Batı kültürünün etkisi Japonya'da da görülmeye başlandı. Bu etki geleneksel ağaç oyma heykellerde bile kendini gösterdi. II. Dünya Savaşı'ndan sonra bu etki özellikle mimarlıkta görüldü. Ne var ki, Batı sanatlarının üzerindeki Japon etkisi de yabana atılmayacak bir ölçüde arttı; bu, bahçe mimarlığından resme, hatta giyime kadar çok çeşitli alanlarda ortaya çıktı.
Japonya'da M.Ö.5000 yıllarından M.Ö.400 yıllarına kadar süregelen bir Cilalı Taş Devri kültürünün varlığı, bulunan çanak çömleklerle de kanıtlanmıştır. Tarım uygarlığının doğuşundan sonra gelişen Tunç ve Demir devirlerinde, Çin ve Kore'den gelen göçmenler toprak işlerini daha geliştirmişlerdir. Kıta etkisi özellikle çömleklerde, tunç âletlerde, sert taş ve metal üzerine yapılmış süslemelerde açıkça görülür.
M.S.VI.yüzyılın ortalarında yayılmaya başlayan Budizm bundan sonra Japon sanatını etkileyen en önemli etkenlerden biri olmuştur.Budizm ile birlikte sanat eserlerine dinsel temalar egemen olmaya, Japon sanatçıları Çin sanat eserlerinden esinlenmeye başlamışlardır. Japon sanatının Budizm’den günümüze kadar olan gelişmesi genellikle evrelere ayrılarak incelenmektedir. Japon sanat tarihinin ilk dönemi olan Asuka döneminin (552-645) belirgin özelliği büyük yapılarıdır. Bu dönemde en gelişen sanatlar mimarlık ile tunç ve ağaç oyma sanatlarıdır. Mimarlık eserlerinin en önemlisi olarak şimdiki Nara şehrinde yapılmış olan Horyuji tapınağı belirtilebilir.
Nara Dönemi (710-794) Çin'den gelen yeni bir sanat anlayışıyla belirlenir. Dönemin en önemli eserleri Horjui'deki altın adadaki Amida'nın cennetini canlandıran duvar resimleri ile Shosoin'in altı güzeli betimleyen resimleridir. Heykelcilik ise Yakhushi Nyorai ile üstün bir düzeye ulaşır. Bu sanatçının bağdaş kurmuş Buda Heykeli, Buda heykellerinin en güzeli ve en değerlisidir. Hejan Dönemi’nin (794-1185) belirleyici özelliği Çin ile ilişkilerinin azalması sonucunda Japon sanatının bağımsız bir gelişmeye yönelmesidir. Budizm’in yayılmasıyla manastırlar çoğalmıştır. Bu dönemde yapılan Kongobuji ve Enryakuji manastırları sonraki dönemlerde yapılanlara örnek olmuşlardır.
Aynı etkiden resim ve heykel de kurtulamamışlardır. Bununla birlikte konusunu özellikle doğadan alan dindışı bir resmin gelişmesi de bu döneme rastlar. Kamakura döneminde (1185-1392) Çin ile ilişkiler yeniden kurulmuş, sanat yeniden Budist Zen anlayışının etkisine girmiştir. Zen Budizm’in resim ve yazılı duayı reddetmesi ise siyah-beyaz mürekkepli resmin gelişmesi sonucunu doğurmuştur. Heykelin ise büyük usta Unkei çok yüksek bir düzeye ulaşır. Muromachi döneminde (1392-1573) bu etki daha da artar. Bu dönemin en önemli eserlerini resim alanında Kono okulunun ustaları vermiştir.
XV.yüzyılda ise Japon sanatı kıta sanatından kopmaya ve bağımsızlaşmağa başlar. Avrupa uygarlığının etkisi ise Japonya'da ilk olarak Momoyama döneminde (1573-1603) duyulur. Bu dönemin belirleyici özellikleri Avrupa etkisinin ürünü olan Nanban üslubu, Himeji Nagoya Osaka kaleleri gibi mimarlık eserleri olarak anılabilir. Kono okulunun ünlü ressamı Eitoku’nun Azuchi Sarayı’nın duvarlarına yaptığı freskler ise yeni bir alan anlayışı getirir. Tokugava döneminde (1603-1876) şehirlerin büyümesi ve tüccar sınıfının doğması sanatta da etkisini duyurmuş önemli değişiklikler meydana getirmiştir. Sanat üretimi artmış, el sanatları çok gelişmiş konularını günlük hayattan ve pitoresk geleneklerden olan yeni resim okulları doğmuştur. Sanat üretiminin ve meraklılarının artması sonucu sanat ve ticaret konusu olmaya başlamış, sonuç olarak da daha sonra Avrupalı sanatçıları etkileyecek olan almanaklar, kitap resimleri, tiyatro afişleri ve sanatçı portreleri yapılmıştır. Dönemin başlıca sanatçıları Kano okulu ressamlarından Tanyu ile ağaç basmasını geliştiren Harunobo’dur. 1868 yılındaki Meiji restorasyonundan sonra Batı sanat ve tekniği Japonya’yı etkisi altına almış, ülkenin çağdaşlaştırılmasında Japon sanatçıları ile birlikte çalışmak üzere birçok yabancı sanatçı ülkeye çağrılmış, mimarlık alanında geleneksel mimarlığın yerini Avrupa mimarlığı almaya başlamıştır. Batı etkisi resim sanatında gelenekçilerle Batıcılar arasında tartışmalara yol açmıştır. Bu dönemde her iki anlayışı benimseyen sanatçılar önemli eserler vermişlerdir. XX.yüzyılla birlikte başta mimarlık olmak üzere bütün sanat alanlarında, Batı tekniğini geleneksel sanatla bağdaştıran akımlar doğmuştur. Japon sanat geleneğinin bugün bile Batı’ya hiçbir taviz vermeden sürdürüldüğü söylenebilir.
Japon Porselenleri
Japonya’nın porselen merkezi, ülkenin dört büyük adasının en güneyinde olan Kyushu Adası’dır. Porselen ilk olarak burada yapılmış ve bütün Japonya’ya buradan dağılmıştır. Saga ise Kyushu’da yapılan porselenlerin merkezidir. Dünyada porselenin merkezi Çin’dir ve Çin’e çok yakın komşu olan Kore de porselen konusunda oldukça ilerlemiş, porselen yapım teknikleri, aralarında deniz olmakla birlikte çok yakın ilişkileri nedeniyle Japonya’ya Kore üzerinden getirilmiştir.
Saga kentinin bulunduğu yerde eski adıyla Nabeshima Han denilen bir hanlık vardır. Beylik döneminde, 1597-1598 Kore-Japon savaşlarından hemen sonra buradaki Tonosama (Sultan) Kore’den geri dönerken yolunu kaybetmiş, bir Koreli yollarını bulup Japonya’ya dönmeleri için kendilerine yardımcı olmuştur. Nabeshima Han’ın yakın dostluğunu kazanmış ve daha sonra porselen sanatçısı olduğunu öğreneceği bu kişiyi de beraberinde Nabeshima Han’a getirmiştir. Porselen sanatçısı, Nabeshima Han’da, Tonosama, yani sultanın çok yakın dostluğunu kazanmış ve bir süre sonra porselen üretmek için Tonosama’dan izin istemiş, Tonosama gereken izini vermiştir. Ri San Pei adlı bu şahıs Japonya’da porselenin üretimini başlatan kişidir. Japon porseleninin dünyaya tanıtılmasını sağlayan ikinci kişi Tei Sei Ko denilen, babası Çinli, annesi Hirado’lu bir Japon’dur. Tei Sei Ko yedi yaşına kadar Japonya’da yaşayıp daha sonra Çin’e gitmiştir. Ailesi elli yıldan daha uzun bir süredir ticaret yollarını elinde tuttuğu için Japonya’da, Koreli olan Ri San Pei ile başlayan porselen üretimi daha sonra Tei-Sei-Ko tarafından önce Malezya ve Endonezya’ya, daha sonra da Avrupa’ya doğru güvenli bir şekilde ihracatı başlamıştır.
Arita porselenlerinin hammaddesi olan kaolin, Arita’nın içinde yer alan kayalık küçük bir dağdan çıkarılmaktadır. Bu dağın adı İzumiyama’dır. Günümüzde İzumiyama’da artık kaliteli kaolin kalmamış ve buradan artık kaolin çıkarılmamaktadır. Ancak mavi-beyaz büyük boy tabağın içindeki paftalardan birinin içinde İzumiyama adı verilen yerden XVII.yüzyılda dağdaki kaolin ocaklarından kaolinin nasıl çıkartıldığını, kaolini çıkaran işçilerin bunları nasıl taşıdığını gösteren görsel detaylar vardır. Ocaktan çıkan kaolinin porselen yapımında kullanılması için öğütülmesi gerekir. Öğütme işi, yörede çok fazla bulunan akarsulardan da faydalanılan bir sistem geliştirilerek yapılmaktadır. “Değirmen” diye de bahsedilen bu sistemde dibek içerisine konmuş olan kaolin kayaları, akarsuyun üzerine kurulan dönme dolap (çark) vasıtasıyla taşınan sular, kalın ağaç aksamın uç kısmında bulunan tekne içerisine dolduktan sonra, ağırlaşan tekne aşağıya doğru iner ve teknedeki su boşalır, tahterevalli modeli çalışan ahşap mekanizmadır. Teknenin içindeki su boşalınca hafifleyen taraf yukarıya doğru kalkar ve mekanizmanın diğer ucunda bulunan tokmak taş dibeğin içindeki kaolin kayalarının üzerine sertçe düşer ve bu işlem belirli aralıklarla sürekli olarak devam eder. Sonunda büyük parçalar halinde olan kaolinler tokmak ve bu düzenek sayesinde istenilen incelikte toz haline gelir. Bu sistemden dört mevsim, yirmi dört saat faydalanılabilmektedir. Geleneksel üretim yapan yerlerde duyduğunuz “tak tak” sesleri, kaolin değirmenlerinden gelen seslerdir. Porselenin tabağının kenarındaki paftaların birisinde, toz haline getirilen kaolinlerin haznelerde dinlendirilerek burada işlemden geçirildiği görülür. Haznelerde dinlendirilmiş olan hamur halindeki kaolinin, suyunu almak amacıyla fırınların kubbe şeklindeki çatılarına dökülür ve kaolinin içindeki suyun buharlaşması işlemi hızlandırılır. Hamur porselen yapılma kıvamına geldiğinde yeni bir işleme tabi tutar.
Atölyede hem ustalar hem de yanlarındaki çıraklar, hamuru porselen ve obje haline getirmek için yoğururlar. Yapılan bu porselenler, daha sonra kalıba yatırılır ve bu kalıp çalışmaları da sırayla atölyede yapılır. Hamuru öğütenler ve işlemleri yapanlar, bambu ağacından yapılmış olan gereçlerle son şekli verir ve ayakla çevrilen bir çarkın üzerinde porselen objeler yapılmaya başlanır. Hamur halindeki kaolin çarkın üzerinde şekillenmeye başlar ve istenilen formda objeler yapılır. Çarkın üzerinden porselenler usta ellerle zarar verilmeden ip yardımı ile kesilir ve bambudan yapılan âletlerle nesnelere son şekli verilir. Çarkın üzerinden alınan porselenler kuruması için tahta raflara yerleştirilir. Bu işlemlerin hepsini mavi-beyaz porselen tabağın üzerinde detaylı olarak görebiliriz.
Porselenlerin pişirilmesi esnasında, fırınlarda yakılan ağaçların çam ağacı olması gerekir. Çam odununun kabukları mutlaka soyulmalıdır; aksi takdirde ağaç yanarken kabuktan çıkan is, porselenlerde bozulmalar yapacaktır. Yakılacak odunlar çok önceden hazırlanıp kurutulup düzgün ve aynı boyutlarda kesilip kuru kalacak bir yerde saklanır. Fırınlamada yakılan çam odunlarının hepsinin aynı bölgeden kesilmiş çam ağaçları olmasına özenle dikkat edilir. Farklı bölge ve dağlardan getirilip karıştırılan odunların yetiştiği yere göre kalori oranı değişik olacağından aynı anda yakılmaz. Eğer karışık bölgenin odunları aynı anda yakılırsa porselenlerin pişirilmesi esnasında kalitesinin bozulmasına sebep olacağı için tercih edilmez. Fırınlar, genellikle yerleşim yerlerinin dışında bir yamacın eteğine yapılır, eğimden faydalanılır. Yamaca kurulmuş çok odalı uzun fırınlardan “noburogama”, ya da “dragon fırını” diye bahsedilir. Fırınların sıra sıra uzayıp giden, değişen ebatta odalardan meydana gelen yaklaşık yirmi beş-otuz arasında odası vardır. Porselenler içeriye konduktan sonra fırının oda kapıları hiç delik kalmayacak şekilde örülür, yani kapatılır ve ilk odadan ateş yakılarak pişirme işlemi başlar. Isı yukarıya doğru alttan geçen alev kanalları ile sırasıyla bütün odalara dağılır. Önceden hazırlanan çam odunları hiç aralık verilmeksizin sürekli olarak yakılır ve ısının aynı derecede kalması sağlanır. Fırınlamadan sonra sırlama ve diğer işlemler bitince kalite kontrolü yapılır. Fırından çıkan porselenlerden kalite kontrolü uygun çıkanlar ihracatı yapılmak üzere depolanır, diğerleri ise kırılır. Özellikle Nabeshima denilen yerde en küçük bir defoya müsaade edilmez ve çok pahalı bir porselen olmasına rağmen defolu ürünlerin hepsi kırılırdı.
Japonya’nın XVII. yüzyılda Avrupa’ya göndermiş olduğu porselenlerin ilk yolculuğuna başladığı yer, Nagazaki’de dolgu olarak sonradan yapılmış, yelpaze formundaki Dejima Adası’dır. Bir dönem özellikle Portekizlilerin misyonerlik çalışmalarını engellemek için Japonlar, yabancıların adaya girişine izin vermemişler, dünya ile bağlantı ve ihracat sadece Dejima Adası üzerinden yapılmıştır. Japonya dünyaya kapandığı zaman iki ülke ile ilişkilerini sürdürmeye devam eder; bunlardan birisi Çin, diğeri de Hollanda’dır. İthalat ve ihracat yapmak isteyen firmalar gelir, ana karaya çıkartılmadan bütün ürünlerini Dejima Adası’ndan alırlardı. Nagazaki’de bir körfeze yapılan Dejima Adası, zamanla körfezin doldurulmasından dolayı günümüzde yerleşim alanı içerisinde kalmış ve müze haline getirilmiştir.
Japonlar porselenleri taşıma sırasında kırılmaması için pirinç sapı ve sazlardan yararlanırlardı. Pirinç sapları ve sazlar işlemlerden geçtikten sonra sarılacak objenin büyüklüğüne göre uygun bir şekilde paketleme malzemesi haline gelirdi. Sazlarla sağlam bir şekilde sarılmış olan porselenler ahşap bir kutunun içerisine yerleştirilir ve buradan da ihracat için gemiye yüklenirdi. Özellikle Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı ve diğer Osmanlı saraylarında kullanılan büyük kâselerin ve tabakların kırılmadan gelebilmiş ise bu ambalajlama şeklinin porselenleri sarmak için dönemindeki en uygun ambalajlama şekli olmasındandır. 1876 yılında Paris’te gerçekleştirilen fuarda Japon porselenlerini temsilen Koronsha porselen atölyesinin yapmış olduğu porselenler götürülüp sergilendi. Büyük boy vazolardan birisi teşhir edildi fakat satılmadı. Eser Arita’ya geri getirildi. Vazo Paris’e götürülürken sazlardan yapılmış ambalajların içinde götürülmüştür. Arita’da hâlâ eski teknik ambalaj yapan ustalar yaşamaktadır. Bunlardan birisi Ohashi isimli ustadır. Fukagawa porselen şirketi Tokyo’da, Paris’te yapılan fuarın anısına açılacak olan sergide aynı vazoyu yıllar öncesi Paris’e götürdüğü şekilde götürerek eski geleneği yaşatmak isterler. Bunun üzerine Ohashi usta söz konusu vazoyu inceler. Porselenin gövde uzunluğu 1,65 santimin üzerinde olup, kaidesi ve üst kısmındaki kapakla yaklaşık iki metreyi bulmaktadır. Usta öncelikle porselenin santim santim ölçülerini alarak işe başladı. Ambalaj ustası pirinç ve saz saplarından oluşan malzemeleriyle halatlar, ipler örüyor ve porselenin en alt kısmından başlanıp yukarıya doğru daireler şeklinde genişleterek porselene uygun ambalaj yapıyor. Arita kasabasından Tokyo’daki sergi salonuna kadar eser hasar görmeden götürüldü. Koransha şirketi, kardeşlerin daha sonraki yıllarda kendi başlarına yeni atölyeler kurmasından dolayı, şirket genişleyerek bölünmüştür. Kardeşlerden birisi bugün Fugakawa adıyla faaliyetini sürdürmektedir. Fukagawa porselenlerinin yapıldığı atölyede Japon İmparatoru ve ailesi için özel porselenler üretilmektedir. Koransha porselen atölyesi 1876 yılında Paris’te açılan uluslararası sergi fuarına götürdükleri Arita porselenleri ile Avrupa’da Japon porselenleri ekolünü başlatmışlardır.
Koreli porselen ustaları Japonya’ya geldiklerinde mavi beyaz porselen yapmasını bildikleri için Arita porselenleri ilk önce mavi beyazla başladı ve Japonya ihtiyacı olan renkli porseleni Çin’den ithal ediyordu. Fakat daha sonraki yıllarda renkli porselenlerin nasıl yapıldığını yoğun bir şekilde araştırmaları neticesinde renkli porselenlerin üretimine başlandı. Arita, etrafı volkanik dağlarla çevrili olmasından dolayı güvenliği sağlanan doğal kale görünümlü bir yerleşim yeridir. Arita kasabasının büyüklüğü aşağı yukarı İznik kadardır. Kasabanın içinden akan küçük dereler vardır. Dere yataklarında defolu olduğu düşünülerek yapıldığı yıllarda kırılıp atılan çok sayıda porselen parçası görmek mümkündür
Arita’da her yıl Ri San Pei’nin anısına, mezarının başında ve adına dikilen anıtta tören düzenlenir. Ri San Pei; Arita’da porselenin tanrısı gibi kabul edilir. Nisan ayının 29’undan, Mayıs ayının 5'ine kadar Arita sokaklarında porselen festivali düzenlenir. Dünyanın her yerinden gelen dört yüz binden fazla porselen sever bu festivalde buluşur. Porselenlerin çok kaliteli olanları değerinin altında bir fiyat ile bu süre içinde temin edilebilir. Kasabadaki derelerin üzerinde bulunan köprülerin çeşit çeşit Arita porselenleriyle kaplanmıştır. Klasik Japon porselenlerinin günümüzde benzerleri yapılmaktadır, yeni yapılanlar da en az eski porselenler kadar değerli ve pahalıdır. Japonya’da porselen yapma geleneği o kadar kuvvetli devam eder ki, ilk günlerden günümüze 14. kuşak, 15. kuşaktan porselen sanatçılarını görmek mümkündür. Sır gibi saklanan porselen bilgileri babadan oğla geçer ve bir sonraki nesle aktarılır. Kasabada on ikiden fazla porselen müzesi ve ayrıca dünya çapında isim yapmış, devlet sanatçısı olarak kabul edilmiş ve ölünceye kadar da ayrıcalıklı porselen sanatçıları bulunmaktadır. Bunlardan dünya çapında ünlü bir sanatçı olan Kakiamon Sakaida Japon kültürünün temsilcilerindendir. Kakiemon yaklaşık iki yüz yıllık ve üzeri tamamen ağaç kabuklarından yapılmış bir evde yaşamaktadır.
Kakiemon porselenlerinde, geleneksel Shou-Chiku-Bai (çam ağacı-bambu-erik çiçeği ağacı) desenleri görülür, desenlerden biri de tabakların ortasında yer alan delikli bir kaya resmidir. Orijinali Çin kökenli olmakla birlikte, Japonlar detaylara inerek kendilerine yeni bir stil oluşturmuşlardır. Fazla kullanılan desenlerden bazıları erik ağacı, kırmızı erik çiçeği ve bülbül desenleridir. Erik denilince akla beyaz erik çiçekleri gelir, ancak Japonya’da Edo döneminde özenle araştırmalar yapıldı ve çok çeşitli renkler elde edinildi.
Nabeshima, Japonya’da Nabeshima Hanlığı için yapılmış olan en ayrıcalıklı porselenlerden biridir. Her yıl belirli sayıda üretim yapıp bu sayının dışına hiçbir şekilde çıkılmaz, ancak kaynaklarda bazen Edo’dan özel isteklerde bulunulduğu söylenir, en üst yetkiliden gelen taleplerde bile üretim konusunda büyük sıkıntılar yaşanmıştır. Malzeme ve desende en iyi tekniğin kullanıldığı porselen ekolüdür. Japon porselenlerinin içinde kalite olarak sıralamada birinci sıraya oturur. Nabeshima porselenleri büyük bir gizlilik içinde üretilir. Sanatçıların bilgilerini hiçbir şekilde dışarıya sızdırmaması için her türlü önlem alınmıştır. Porselen atölyelerinin bulunduğu Okawachiyama üç tarafı dağlarla çevrili olduğu için sanatçıların bu bölgeden dışarıya çıkma şansı yoktur. Ovaya ve denize doğru açılan bölgede ise güvenlik barikatı bulunur ve porselen sanatçıları burada doğup burada ölür. Bu sınırlı yaşam ve çalışma alanında sadece porselenle ilgili konular konuşulmaktadır. Herkes kendi alanındaki grup içinde bilgi alışverişi yapardı. Kendi bilgilerini bir başka gruba aktarmalarına izin verilmezdi. Bu olağanüstü disiplin sayesinde uzun yıllar taklidi yapılamayan bir porselen ortaya çıkmıştır. Günümüzde ticari kaygılar oluşmuştur; önceki yüzyıllarda ise Nabeshima’da, bütün para Nabeshima Hanlığı tarafından karşılanmış olduğundan hiçbir ekonomik kaygı yaşanmamıştır. Sipariş üzerine yapılan porselenlerde desen ve formlarda sınırlama getirilmiş ise de, sanatçının eserlerini yapmasında hiçbir zaman vakit sınırlaması getirmeden yapılan porselen grupları vardır. Bu grup porselenler sanatsal değeri en yüksek olan porselenlerdir. Her beylik kendi bölgesinde üretilmiş ürünlerin belirli miktarını vergi olarak Tokyo’ya göndermektedir. Nabeshima porselenlerinde, örneğin akçaağaç deseni sonbaharın sembolüdür; üzeri çeşitli kıymetli objelerle süslenerek desenlere boyut, derinlik kazandırılan desen teknikleri de kullanılır. Kullanılan beş renk için belirli oranlar vardır; örneğin yeşili ne kadar kullanıyorsa, sarı onun her zaman üçte bir oranında, kırmızı yine aynı şekilde belirli oranlarda kullanılmak durumundadır. Bu oranların dışına çıkılmaz ve hiç değişmeyen, kanun şeklinde kuralları vardır.
Japonya’nın diğer bir porselen grubu Hirado porselenleridir. Arita’ya yakın Kyushu Adası’nda Hirado, porselen ihracatının yapıldığı merkezlerden biridir. Hirado porselenlerinde daha çok mavi beyaz renk kullanılır. Bu bölgelerdeki yerli pazarlar için hazırlanmış şişeler, Japonların günlük hayatlarında kullanabilecekleri içine sake ya da su konulan porselen kaplardır. Daha sonra dış pazara da porselenler üretip Hirado markası ile satışlar yapılmıştır. Topkapı Sarayı Müzesi koleksiyonunda Hirado porselen örnekleri vardır.
Kutani, Japonya’da Arita’dan sonra ikinci porselen merkezidir. Edo döneminde, Kaga denilen şimdiki adıyla İshikawa kentinde bulunan Kutani kasabasında yapılan porselenler, koyu renkli ve yüzeyi, porselenin ana rengi görülmeyecek şekilde tamamen boyanmıştır. Arita, Japonya’nın en kaliteli porselen yapım merkezi olduğu için, Kutani’den Arita’ya gidip porselen yapımını öğrenmek isteyenler olmuştur. Bunlardan Goto isminde bir usta Arita’ya gidip porselen tekniklerini öğrenmek ve İshikawa (Kanazawa)’ya dönüp orada Kutani porselenlerini yapmak ister. Fakat Arita’ya geldiğinde, ustalar kendisine “bekâr ve Arita’da yaşamayan kişilere porselenin nasıl yapıldığını öğretemeyeceklerini, ancak evlenip Arita’ya yerleşir çoluk çocuk sahibi olursa, kendisine porselen tekniklerini öğretebileceklerini” söylerler. Bunun üzerine Goto, Arita’ya yakın başka bir seramik merkezi olan Karatsu kasabasından bir hanım ile evlenir ve Arita’ya gelir yerleşir ve burada çoluk çocuk sahibi olduktan sonra porselenin nasıl yapıldığını öğrenmeye başlar. Porselenin yapım tekniklerini öğrenip kendisini yeterli gördüğü bir sabah erkenden çocuklarını ve eşini Arita’da bırakıp gizlice Kutani’ye, yani İshikawa (Kanazawa)’ya kaçar; öğrenmiş olduğu porselen teknikleriyle Kutani’de üretim yapmaya başlar. 1655 yılında Edo döneminde yapılmış olan bütün Kutani porselenlerine “ko Kutani” yani “eski Kutani” adı verilir. Meiji döneminde yapılmış olan Kutani porselenlerine, “ikinci dönem porselenler” adı verilir, kırmızı renk ağırlıklı dekorlanmıştır. Osmanlı saraylarında, Avrupa saray ve müze koleksiyonlarında sıkça rastlanılan Kutani porselenleri ikinci dönem porselenlerdir.
Ko Kutani porselenlerinin yapımı çok zor şartlarda öğrenilmiş, bu sebepten dolayı uzun bir süre kimseyle bilgi paylaşılmamıştır. Japon porselenlerindeki bütün desen ve formlar, porselen ustalarının yakın çevresinde görmüş oldukları doğadaki nesnelerden ve formlardan etkilenerek yapılmıştır. Birçok sanatçı fazla uzaklara gidemediğinden, bulunduğu mekânda gördüğü bütün objelerin detaylarına inerek çalışmalarını sürdürmüştür. Çin porselenlerindeki desenlerde görsel malzeme yelpazesi daha geniş ve fazla detaya inilmemiş, bazen konular birbirinden farklı gelişebilmiştir. Japon porselenlerinde sakura ağacı önceleri, ağaç gövdesi, dalları, yaprakları ve çiçekleri ile beraber desenlenir iken daha sonraları, sakura çiçeği tek başına desenlenmeye en son olarak da sakura çiçeğinin tek yaprağı desen olarak porselenleri süslemeye başlanmıştır. Hollanda’da 1602 yılında kurulmuş olan V.O.C, yani “Higashi Indo Gyaisha” denen Doğu Hindistan Şirketi önce sadece Hindistan’daki baharatı ve Çin’deki porseleni Avrupa’ya taşımak için kurulmuştur. Daha sonraki yıllarda Japonya’ya kadar genişleyerek Güneydoğu Asya’da Endonezya’nın başkenti Cakarta’da üs kurarak buradan aktarma ile ticaret yapmıştır. Bugün “İmari porseleni” diye adlandırılan porselenlerin hepsi Arita’da yapılmıştır. Arita’da yapılan porselenler küçük sandallarla ya da hayvanların sırtında dağların içerisinden İmari limana getirilir. Arita deresi gemilerle porselenlerin taşınması için, Japonya’dan Cakarta’ya kadar olan yol iki ay, Cakarta’dan Avrupa’ya kadar olan yol ise altı ayda aşılmıştır. Aradaki beklemeler de eklendiğinde, Japon porselenleri dokuz ayda Hollanda’ya kadar ulaşmıştır. Taşımacılık ile oldukça zenginleşen V.O.C şirketi kendi markalarını porselen üzerine desen olarak yaptırıp bunları Avrupa’ya satmaya ya da önemli kişilere markalı porselenlerini hediye etmeye başlar.
Japon porselenlerinin içinde bir grup olan Satsumayaki, Osmanlı saraylarında ve Avrupa ülkelerinde çok fazla bulunan, altının ve kırmızı rengin bolca kullanıldığı bir seramik türüdür. Beyaz ve renkli satsuma türleri vardır. Topkapı Sarayı’nda bulunan satsuma seramikleri ekol olarak satsuma grubu olsa da bunlar Kagoshima bölgesinde yapılan satsumalar değildir. Satsuma seramikleri dünya piyasasında haklı bir ün kazanmış olan Japon porselenlerinin arasında marka olmuş tek seramik grubudur. Hammaddesi kil olan satsuma seramikleri Avrupa pazarlarında en çok aranılanlardan biri olmuştur. Çok beğenilmesinden dolayı Japonya’nın içinde değişik yerleşim yerlerinde, ayrıca Çin’de çok fazla benzerleri yapılıp Batı pazarlarında satılmıştır. Satsuma seramikleri Japonya’nın Kyushu Adası’nın en güneyinde Kagoshima bölgesinde yapılmasına rağmen desenler ve desenlerdeki insan tipleri Japon halkına fazla benzemez. Bunun sebebi ise satsuma seramik ustalarının Kore kökenli olması ve Çin kültürü etkisinde kalınmış olmasından veya Kore kültürünün seramik ustalarının arasında hâlâ etkin bir şekilde yaşatılıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Geçen zaman içinde teknikler gelişmiş, satsuma seramiklerinde “Japon tarzı” ortaya çıkmıştır. Bugün 15. Chin Jukan (Satsuma ailesinden 15. sülale) adlı usta ile Satsuma seramik geleneği devam etmektedir. Topkapı Sarayı Müzesi’nde teşhirde bulunan satsuma tarzı ibrik, vazo ve kâse bulunmaktadır. Dolmabahçe Sarayı Müzesi’nde ve Beylerbeyi Sarayı Müzesi’nde büyük boy çift vazolar ve kâseler vardır. Bunlar Kyoto, Kanazawa ve Çin’de yapılmış satsuma tarzı seramiklerdir.
Japon porselenlerindeki desenlerin hepsinin ayrı bir anlamı vardır. Çok sık görülen botan (şakayık), aslında Çin’den, Edo döneminden önce Japonya’ya gelmiştir. 1600 yıllarından önce bir ilaç gibi kullanılıp, daha sonra Japonya’da hem imparator, hem imparatoriçe, hem de kızlarının sembolü haline gelir. Matsu, yani çam ağacı, bambu ve erik ağacı çiçeğini Japonya’da bütün porselen objelerin üzerinde desen olarak görmek mümkündür; çünkü bunlar aynı zamanda sağlıklı olmayı, güçlü ve ahlâklı olmayı sembolize eder. Çam ağacı kış boyunca yaprağını hiç dökmediği için sağlıklı ve diri bir ağaçtır. Bambu ağacı ise düzenli boğumları olmasından dolayı ahlâkın sembolü olarak düşünülür. Erik ağacı soğuğa rağmen çiçeğini açan ilk ağaç olmuş olmasından dolayı dayanıklılığı, güçlü olmayı ve sağlığı sembolize eder. Osmanlı’da, bambu ağacı Beylerbeyi Sarayı’nın bahçesine getirilip yetiştirilmiştir. Porselen desenlerinden bir diğeri “tsuru”, yani turnadır. Bin yıl uzun yaşamayı olanlar, bonsai haline getirilenler, küçük kâse içerisinden yetiştirilenler vardır.
Japon porselen markalarının hepsi dünya çapında ayrı bir değerdir. Avrupa’da porselen üretimine 1709 yılından itibaren Almanya’da “Kakiemon ve Japon porselenlerinin” kopyaları yapılarak başlanmıştır. Dolayısıyla Japon porselenleri dünya porselen pazarlarında çok önemli ve ayrıcalıklı bir yere sahiptir.
İkebana
“Çiçek düzenlemenin de sanatı olur mu?” demeyin! Kökleri çok eskilere dayanan bir sanat ve felsefe olan “ikebana” günümüzde de anları ve mekânları güzelleştiriyor.
İkebana, kelime anlamıyla “çiçekleri canlı tutmak, onlara hayat vermek” demektir. İkebana ya da diğer bir deyişle “kadou”, geleneksel Japon çiçek düzenleme sanatı olup, en çok bilinen geleneksel Japon sanatlarından biridir. Basitçe çiçekleri saksıya yerleştirmeden ziyade, kendi felsefesi ve çeşitli ekolleri olan bir sanattır. Yalnızca çiçek değil, kesilmiş dal, yaprak, filiz, solmuş çiçek vb. de kullanılır.
İkebana (çiçek düzenleme) sanatı XV. yüzyıla kadar eskilere gitmektedir. Japon kültüründe her çiçeğin sembolik bir anlamı vardır. Çiçekler, yeri, göğü, insanı, duyguları simgeleyebilmektedir. Sembollere dayalı kesin kurallar bulunmaktadır. Ne kadar kural olursa olsun, bütün kurallar cennet-dünya-insan üçlemesine dayanır. Bu kuralların oluşturduğu çeşitli ikebana biçimleri ikebana okullarında öğretilmektedir. Bu biçimlerin bazıları oldukça sade, bazılarıysa çok abartılıdır. Ortak noktaları ise hepsinin bir anlam taşımasıdır.
Budist tapınaklarındaki dini törenlerde çiçek sunma âdeti, ikebananın da doğuşunu sağlamıştır. Bu sunuşlarda çiçekler ve dallar, cennete dönük yerleştirilirmiş. XV. yüzyıla gelindiğinde dikkatler cennetten, cennet misali doğaya çevrilmiş. Doğanın mükemmelliğini yansıtma arzusu ikebanada göstermiş kendini… Bu tarza “rikka” (dik duran çiçekler) denmektedir.
İkebana; bir yaşam şekli, bir felsefedir. Teknik, gelenek ve sezgilerimizi kullanmamızı sağlar. Ruhsal bir deneyimdir. Hem göze, hem akla, hem de ruha hitap eder; ruhun aynasıdır. İkebana sanatı, bir beceri ya da el çabukluğu kazanma öğretisi değil; öze, ruha, gerçeğe yönelme yoludur. Ânı yaşamaktır. İnsanı sakinleştirir, tabiatta daha önce önem vermediğimiz şeyleri görüp takdir etmemizi sağlar. İkebana yaparken içimize de dönüp kendimizdeki bazı noktaları da ortaya çıkarırız. Öğretimin gerçek kısmı dile gelmez. Çiçekleri düzenlerken içimize döner, yoğunlaşır “evrensel gönül” ile uyum sağlamaya çalışırız. Kırlardaki çiçekler gibi tasasız, kaygısız bir “hiç” ama yine de “her şey” oluruz. Tabiatı ve kendimizi daha çok severiz. İkebana yapıtına sadece sanatçı gözü ile değil, gönül gözü ile bakılmalıdır. İkebanada çiçekler şimdiyi, tomurcuklar geleceği, tohumlar geçmişi simgeler.
Origami
Genellikle kare kâğıtların yapıştırma, kesme gibi işlemler uygulamadan sadece katlanmasıyla şekiller, figürler elde etme sanatına “origami” denir. Origami kelimesi Japonca kökenli bir kelime olup oru (katlamak) ve kami (kâğıt) kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur. Türkçe karşılığına dayanarak verecek olursak kısaca “Kâğıt Katlama Sanatı” olarak açıklayabiliriz. Kâğıt katlama sanatı bütün dillerde aynı olup “origami” olarak geçmektedir. Kami kelimesi Japoncada yazılışı farklı olsa bile ses itibariyle Tanrı kelimesiyle sesdeştir. Bu da onların kâğıda saygı duyduklarının göstergesidir. Kâğıt katlama sanatının kesme işlemini barındıran çeşidine de “kirigami” denilmektedir.
Origami Sanatı Tarihi
Tarihi, asırlar öncesine dayanan origami yani kâğıt katlama sanatının bilinen ilk adı “orikata”dır ve origami sanatının, tarihin ilk yıllarında kumaşların katlanmasıyla doğduğu tahmin edilmektedir. Bugünkü anlamdaki origaminin ise Çinlilerin kâğıdı bulmasıyla yapıldığı düşünülmektedir. Budist rahipler tarafından da asıl gelişimini yaşadığı Japonya’ya ulaştırılmıştır. Japonya’da kâğıt katlama sanatı “origami sanatı” adını almış ve gelişme evresini burada yaşamıştır. Japonya’da origami sanatının bu kadar gelişmesinin ve sevilmesinin sebebi kâğıda verdikleri önemden ve saygı duyduklarından kaynaklanmaktadır.
Origami Sanatının Doğu Dünyasındaki Gelişimi
Dünyanın doğusunda origamiyle ilgilenen ve gelişmesini sağlayan toplum kuşkusuz Japonlardır. Japon uygarlığının altın çağını yaşadığı dönem Heian dönemi (794 – 1185) olarak bilinir. Bu dönemde gerek kültürel gerek sanatsal gelişmeler yaşanmış, birçok eser yapılmıştır. Kâğıt çok pahalı olduğu için sadece aristokratlar ve diğer yüksek kesimdeki kişiler tarafından elde edilebildiği için origami bir çeşit asalet göstergesi olmuştur. Kâğıdı dini törenlerde tapınakları ve hediye verdikleri paketleri süslemek için kullanmışlardır. Özellikle hediye paketlerini süslemek için yapılan çiçek örnekli origami yapımı modeline “noşi” denilmiştir. Ayrıca Samuraylara verilen diplomalar farklı origami örnekleriyle verilmiş ve böylece sahteciliğin önüne geçilmiştir.
Muromachi döneminde (1338 – 1573) ise kâğıt biraz daha ucuzlamış bu sayede sadece hiyerarşinin üst kademesindekiler değil bütün kademedeki insanlar tarafından kullanılabilir olmuştur. Bu dönemde Samurayların gittiği “Ise” ve halkın gittiği “Ogasawara” adlı okullarda origami yapımı dersleri verilmeye başlamış, öğrencilerin origami nedir konusunda eğitilmesi sağlanmıştır. Origami ile ilgili yazılı kaynak olmadığı için babadan oğla öğretme şekliyle sürekliliğini sağlamışlardır. Edo zamanında (1603 – 1867) ise origami halk arasında iyice yaygınlaşmış ve eğlence aracı olarak da kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönemde ilk yazılı kaynaklar çıkmıştır. Geleneksel turna kuşu ile diğer turna kuşu çeşitlerinin anlatıldığı kitap “Hiden Senbazuru Orikata”, Türkçesi “Birbirine Eklenmiş 1000 Kâğıt Turna” olan kitap 1797 yılında basılmış ve origami ile ilgili ilk yazılı kaynak olma unvanını elde etmiştir. Daha sonra ise 1845’te “Kan No Mado” Türkçesi “Kış Ortasındaki Pencere” adlı kitap da bu dönemde yazılmıştır.
Meiji döneminde (1886 – 1912) teknolojinin gelişmesi ve buna bağlı olarak Japonya’nın modernleşmesiyle beraber tören gibi önemli etkinlikler haricinde origami sanatına olan ilgi azalmıştır.
Origami Sanatının Batı Dünyasındaki Gelişimi
Batı dünyasının origamiyle yani kâğıt katlama sanatının ana maddesi olan kâğıt ile tanışmasında etkili olan iki önemli olay vardır. Bunlardan birincisi İpek Yolu diğeri ise İspanya’nın Müslümanlar tarafından fethedilmesidir. İspanya’nın fethedilmesiyle İspanya halkı kâğıdı tanımış, daha sonrasında bilindiği üzere İspanya’da Müslümanlar sayesinde ilim ve medeniyet çok ilerlemiştir. Müslümanlar, İslâmiyet’te insan ve hayvan figürleri tasvip edilmediği için klasik origamiden çok, geometrik desenler ve formlar içeren parçalı origami yapımı çalışmalarına yönelmişlerdir. Bu çalışmalarını ve kâğıdı İspanya’ya aktarmışlardır. Bunun üzerine İspanyollar origami sanatıyla uğraşmaya başlamışlar ve origami sanatının pek çok yeni origami örneği kazanarak gelişmesini sağlamışlardır. Öyle ki ilk origami okulu olan “Unamuno” İspanya’da origami sanatına pek çok katkısı olan Miguel Unamuno (1864 – 1936) tarafından açılmıştır. Okul, varlığını günümüzde devam ettirmektedir. Ayrıca Miguel Unamo, 1902 yılında origami ile ilgili “aşk ve pedagoji” isimli ilginç ve eğlenceli bir deneme de yazmıştır.
İspanyolların da Amerika kıtasına göçmesiyle beraber origami sanatının yayılma zincirine yeni bir halka daha eklenmiştir. İspanyol kökenli olan İsmael Adolfo Cerceda Güney Amerika’da origaminin gelişmesini, adını duyurmasını sağlayan kişi olmuştur. Asıl olarak bıçak ile yaptığı kötü alışkanlıkları kendine hobi edinen Cerceda kendisini sakinleştirmek için başladığı origamiye pek çok yeni örnek kazandırmıştır.
Origami sanatına çok büyük katkısı olup bu katkının farkında olmayan isim ise Friedrich Frobel’dir. Frobel origami sanatı ile ilgilenmediği için tam olarak tanınmamaktadır ancak üretmiş olduğu “Frobel Blokları” yapısal olarak origami sanatına benzemektedir. Bu nedenle Frobel, origami sanatı tarihine adını, origamiyi eğitsel olarak kullanan ilk kişi olarak geçirmiştir.
Batı’da origami sanatının gelişmesinde büyük payı bulunan diğer bir isim Robert Harbin’dir. Robert Harbin’in 1956 yılında çıkarttığı “Paper Magic” Türkçesi “Kâğıt Büyüsü” olan kitap Avrupa’da yayımlanarak raflarda yerini alan ilk origami kitabı olma unvanını almıştır.
2.Dünya Savaşı sonrasında origami yapımı ve origami nedir daha fazla insan tarafından bilinmiş, bu sayede origami sanatında büyük gelişmeler yaşanmıştır.
Origami Çeşitleri
Origami sanatını başlangıçta sadece kâğıdın katlanmasıyla elde edilen figürler oluşturmaktaydı. Kâğıt, Japon kültüründe çok önemli olduğu için kâğıda saygı duymuşlardır ve 7 (yedi) büyük günah dedikleri kâğıdı kesmeyeceksin, yapıştırmayacaksın, yırtmayacaksın, boyamayacaksın, çizmeyeceksin, tek kâğıt kullanacaksın, kare kâğıt kullanacaksın kurallarına harfiyen uyarlar.
Origaminin temelde tek çeşidi olsa da zamanla pek çok origami çeşidi ortaya çıkmıştır. Origami türlerini klasik, modüler, ıslak ve modern origami olarak temelde dörde ayırabiliriz. Klasik origami tek parçalıdır, modüler origami çok parçalı, ıslak origami ise kâğıdın ıslatılmasıyla yapılan origamidir. Origaminin bu üç çeşidinde de kesme, yapıştırma gibi kâğıda saygısızlık olarak nitelendirilen şeylerden uzak durulur. Modern origami altında; pop-up, mimari, book art (kitap sanatı origami) ve kirigami olarak gruplandırılmıştır. Aslında kirigami kâğıt kesme sanatı demek olsa bile kâğıt katlandıktan sonra belirli kesme işlemleri yapıldığı için kâğıt katlama sanatı içerisinde de geçmektedir.
Klasik Origami
Klasik origami, origaminin temeli olarak ilk yapılan origami türü olarak nitelendirilir. Klasik origaminin modelleri, bir yüzü renkli, diğer yüzü renksiz genellikle tek parça halinde ve kare kâğıtlar kullanılarak; kesme, yapıştırma gibi diğer hiçbir yardımcı etmen kullanılmadan yapılır. Kâğıda duydukları saygıdan dolayı kâğıda katlama dışında hiçbir işlem uygulamazlar ve yapılan bu işlemlere yukarıda belirttiğimiz gibi yedi büyük günah derler. Klasik kâğıt katlama türüne verilebilecek en bilindik örnek Japon kültüründe önemli bir yere sahip olan kanat çırpan turna kuşudur. Bunun dışında zıplayan kurbağa yapımı, günlük hayatta da kullanılabilen kutu yapımı, sevdiklerinize hediye etmekte kullanabileceğiz gül yapımı gibi sadece katlama ile yapılan çeşitli klasik origamiler vardır.
Modüler Origami
Diğer adı “parçalı origami”dir, birbirinin aynısı veya benzeri çok sayıda küçük parçadan oluştuğu için bu adı almıştır. Parça sayısında sınırlama yoktur. 1000 (bin)’den fazla parça ile yapılan örnekler de mevcuttur. Yapılan parçalar birbirine eklenerek 3D oldukça gerçekçi görüntü oluşturan origamiler elde edilir. Bu kâğıt katlama sanatı türü kullanarak yapılan en popüler örnek kuğu yapımıdır. 3D görüntünün elde edildiği bu tür ile klasik origamiden ayrılır.
Islak Origami
Origaminin babası sayılan Akira Yoshizawa tarafından bulunan bir türdür. Islak origamide kâğıt daha iyi katlanabilmesi için ıslatılır. Böylece daha gerçekçi ve iyi katlanan modeller elde edilir. Kâğıdı kesme, yapıştırma gibi hiçbir işlem yoktur.
Modern Origami
Origaminin gelişim sürecinde insanlar değişik geometrik cisimler, yeni modeller veya bir modeli daha farklı yorumlamak amacıyla sadece kâğıt veya kare kâğıt kullanımı dışında yardımcı olarak su, makas, tutkal vb. envanterleri origamiyle buluşturmasıyla meydana gelmiştir. Bu origami türünü şöyle ayırabiliriz; pop-up origami, mimari origami, kirigami ve book art (kitap sanatı) origamidir.
Pop-up Origami
Pop-up origami kesme, yapıştırma, boyama gibi işlemlerin kullanımının serbest olduğu modern origami türüdür. Simetri zorunluluğu yoktur. Kuralları olmayan en serbest origaminin bir çeşidi denebilir. En çok masal kitaplarında çocuklara masal anlatırken hafızalarında canlandırmalarına yardım etmek amacıyla kullanılır. Bunun dışında davetiye olarak da kullanılmaktadır.
Mimari Origami
Simetri zorunluluğu olamayan ve kesme, yapıştırma, boyama işlemlerinin serbest olduğu diğer modern origami çeşididir. Mimari origami ile gerçekçi 3D origami figürleri elde edilebilir.
Kirigami
Kâğıt kesme sanatıdır. Kâğıt katlandıktan sonra kesme işlemi yapılır ancak katlama işlemi kesme işleminde daha az olduğu ve ortaya çıkan modelde en çok kesme işleminin katkısı olduğu için kâğıt kesme sanatı yani “kirigami” olarak adlandırılır.
Book Art Origami
Book art origami türünü ilk defa duyuyor olabilirsiniz. Origami sanatına yeni katılan bir origami çeşididir. Isaac G. Salazar tarafından 2009 yılında tasarlanmış bir türdür. Özellikle eski ve artık kullanılmayan kitapları dekoratif bir hale getirmektedir. “Book art origami” ile kitaplara çeşitli semboller, kelimeler yazılabilir ve 3D görüntüler elde edilebilir.
Japon Kaligrafi Sanatı
Japon kaligrafisi yani “shodo” ; yazı, yazım ve yol kanjilerinden oluşup “yazının yolu” gibi bir anlama gelmektedir. Japonca öğrenmeye çalışan bizlerin gözünü korkutan, Karolla-san’ın da 2. ya da 3. kitabında uzun uzun ele alacağı o ezberlemekle bitmez tükenmez “kanji”ler; Japon kaligrafisine uygun alfabeyi sağlamaktadır. Yani uzun lafın kısası shodo için genellikle kanji kullanılmaktadır. Kanji köken olarak Çin’e dayandığından haliyle shodo sanatının kökeni de Çin kaligrafisine dayanmaktadır.
Shodo sanatında yazacağınız şey kısa tutulur. Uzun ve dar bir parşömene tek bir kanji ya da kelime, hadi en fazla 3 mısralık bir “haiku” yazılmaktaymış. Yani anlayacağınız Zen felsefesinden gelen “sadelik ve minimal” düşünce bu sanatta da etkilerini göstermektedir. Mesela parşömene sadece “düşünce” kelimesini yazıp bunu okuyan kişinin “düşünce” kelimesi hakkında bir takım beyin fırtınaları yapması, shodo sanatının amacına ulaşmasını sağlar. Şimdi shodo sanatında kullanılan malzemeleri ve gereçleri inceleyelim.
Öncelikle üzerine yazmak için “washi” adı verilen normalden daha ince ve bir yüzü emici bir kâğıt kullanılmaktadır. Kâğıdın pahalı olduğu çağlarda “washi” pirinç liflerinden, ağaç kabuklarından elde edilirmiş ve bu kâğıdı sadece büyük sanatçılar kullanırmış. Bir diğer gerecimiz ise “sumi” adı verilen ve bambu ya da çam kömüründen elde edilmiş mürekkeptir. Yani hazır mürekkeplerle bu iş olmaz. Mürekkebin hazırlanma süreci de önemlidir. Shodo yapacak kişi, mürekkep çırasından ihtiyacı kadarını içinde biraz su olan ve “suzuri” adı verilen mürekkep taşına rendelerken bu süreç içinde kendisi de shodo için konsantre olmaya başlar. Mürekkep taşı, sadece mürekkebin konulduğu bir kap olarak görülmez. Belli bir mürekkep taşında elde edilmiş kıvamın başka taşta tutturulamayacağına inanılırmış.
Yazıyı yazmak için ise “fude” adı verilen ve genelde at, keçi gibi birkaç çeşit hayvanın kıllarından yapılan fırçalar kullanılmaktadır. Fırçalar kalınlığına ve mürekkebi emme kapasitesine göre çeşitlenmektedir.
Bu ana malzeme ve gereçler dışında, “bunchin” adı verilen ve kâğıdı sabitleştirmek için kullanılan metal tutacaklar vardır. Bir de kâğıdın kurumasını kolaylaştıran ve “shitajiki” adı verilen, üzerine kâğıdın yerleştirildiği altlıkları da unutmamak gerekir. Tüm malzemeleri hazırladıysak gelelim sanatı icra etmeye:
Bir shodo eserini meydana getirmek için saatlerce uğraşılmaz. Eser hızlı bir şekilde, güçlü fırça darbeleriyle yazılır. Ancak bundan önce uzun süre kâğıda konsantre olarak, yazacağınız karakterleri nasıl çizeceğinizi kafanızda şekillendirmeniz gerekmektedir. Uzun düşünme sürecinden sonra birkaç saniyede eser oluşturulur. Tüm enerjinizi fırçanın ucuna odaklayarak yazdığınız karakterler, yoğun çizgilerden oluşur. Shodonun hızlı ve anlık oluşu kişinin o anki ruh halini simgelemekte ve bu anlık hareketler ile esere ruh katıldığına inanılmaktadır. Bildiğiniz üzere her kanji, anlamı olan nesnenin soyutlanması ile meydana gelmiş birer semboldür. Nesnelerin sembol dili olan kanji, shodo eserine ruh katan diğer önemli unsurdur. Latin alfabelerinde bir anlam ifade etmeyen harfler, Japoncada bir nesneyi çağrıştırmaktadır. Mesela ağaç kanjisi “ki”; bir ağaç tasvirinden oluşturulmuştur. Aynı şekilde ateş kanjisi “hi” de... Shodo sanatında ustalaşmak bir hayli zordur. Her kanjinin yazılış biçimi, her çizgi için belli bir fırça tutuşu, hareketi gibi kuralları öğrenmek ve bunu doğru şekilde icra etmek için yıllarınızı vermeniz gerekebilir.
Kaynak
http://www.nuveforum.net
http://ozer-rayman.blogspot.com.tr
http://www.obarsiv.com
|